ÜÇÜNCÜ DÜNYA:
Devrimlerin Zayıf Halkası (1)
Dünyada devrim yapmak
isteyenlerin iki yolu bulunuyor. Birincisi; emperyalist dünya savaşının
çıkmasını beklemek ki, Büyük Ekim Sosyalist Devrimi ve Stalin döneminde (İkinci
emperyalist savaş) Bulgaristan, Arnavutluk, Polonya, Romanya, Yugoslavya
devrimleri böyle yapıldı. O dönemde Esas
Akım Savaş'tı ve emperyalist savaş, devrimlere yol açmıştı.
İkinci yol ise gerek
emperyalist-kapitalist ülkelerde gerekse Üçüncü Dünya ülkelerinde Uzun Süreli
Savaş Stratejisi'ni izlemek. Ancak unutulmamalıdır ki, Esas Akımın Devrim olduğu
süreçte özellikle devrimler emperyalist-kapitalist sistemin zayıf halkasında
yani ÜÇÜNCÜ DÜNYA'da meydana gelmektedir. Üçüncü Dünya "emperyalizmin
kırlarıdır." denilebilir. Kırlardan şehire ilerlenebilir ama bu yeterli
midir? Elbette değildir, şehirlerden kırlara doğru da UZUN SÜRELİ
SAVAŞ STRATEJİSİ uygulanabilir. Tarih bunun böyle olması gerektiğini göstermektedir. Ancak
her konuda olduğu gibi bu konuda da esas olan nedir? O da Üçüncü Dünya'dır.
Dünyanın Üçe Ayrılması
Lenin 1900'lü yılların daha
başlarında emperyalizmi kapitalizmin en yüksek aşaması olarak nitelemişti. Tabii
ki, Marks da kapitalizm ile emperyalizm arasındaki farkı görüyor kapitalizmin
rekabetçi ve tekelci yönüne dikkat çekiyordu. Bu rekabetçi özellik kapitalizmin
eşit olmayan gelişmesi nedeniyledir.
Mevcut dünya toplumları rekabet
üzerine kurulmuş toplumlardır. Ve rekabet üzerine kurulmuş bu toplumlar belli
bir toprak parçası üzerinde yaşarlar, onların bir coğrafyaları vardır, adına
ülke denir. Ülkenin gelişmişliği (Birinci, İkinci, Üçüncü Dünya) oluşu sahip
olduğu üretici güçler nedeniyledir. Sahip olduğu üretici güçler, yine rekabet
sonucu varolmuşlardır. Ve bu ülkeler de aralarında büyük bir rekabet
halindedirler. Rekabet elbette bir ülkenin egemen sınıfları ile diğer ülkelerin
egemen sınıfları arasındadır.
Rekabetin ulaştığı son nokta dünya hegemonyası peşinde koşacak bir yapıya
ulaşmadır. Dünya hegemonyasına doğru götüren kapitalizmin eşit olmayan
gelişmesi ve bununla birlikte rekabet dünya durumuna yeni bir adlandırma
getirmiştir; küreselleşme denilen.
Tabii ki küreselleşme terimini tarihe (kapitalist ekonomi-politik
literatürün tarihine) hediye edenler Sovyet ve Çin'li revizyonistlerdir. Her
iki revizyonist kliğin açık kapitalizme (Bence daha doğrusu yeni bir terim
ortaya koyarak buna DÖNEK KAPİTALİZM diyebiliriz.) yönelmesiyle birlikte ABD
emperyalizmi açısından önemli bir tarihsel kazanç sağlanmıştır. Ve böylelikle
ABD emperyalizmi adım adım vahşi ve cellat yüzü olan Soğuk Savaş'tan vazgeçmiş bu kez yeni bir yüz benimsemiştir. Bu
yeni yüz "neo-liberalizm" olarak adlandırılmaktadır. Ve bu neo-liberal
çizginin uygulanma alanı da Soğuk
Savaş
dünyası olmaktan çıkmış "Küresel dünya", "Küresel
kapitalizm" olmuştur. Öyle bir küresel kapitalizm ki; Sovyet revizyonizminin azılı düşmanı Çin'de, Koç Holding gibi Amerikancı
yeni-kompradorlar büyük kapitalist şirketler kurmaktadırlar. Ve Doğu Perinçek'in derin İşçi Partisi ve Sahte TKP bunları
desteklemektedir. Emperyalizm, DÖNEK KAPİTALİZM ve uşakları elele yürümektedir.
Ancak emperyalizm, dönek kapitalizmin uşaklarından daha kurnazdır. Çünkü
Ergenekon adlı dava nedeniyle Perinçek ve hempalarına kazık atmaktadır. Oysa daha düne
kadar kullandıkları dostlarını artık çorbalarına sıktıkları limon olarak
görmektedirler, limonlar sıkılıp sıkılıp atılmaktadır. Engels boşuna söylememiş "Gelişmiş kapitalist üretim biçiminde
dürüstlüğün nerede bittiğini ve dolandırıcılığın nerede başladığını kimse
bilmez." Friedrich Engels, Köylüler Savaşı, Payel Yayınları, İkinci baskı, Nisan 1978.
Çok sözü edilen küreselleşme
nedir? Emperyalizmin daha ziyade savaşa başvurmadan (emperyalist dünya
savaşına) ekonomik, siyasi, askeri, ideolojik yayılmacılığından başka nedir?
Küreselleşme bir burjuva terim
olarak "sol" literatüre de girmiştir. Ancak küreselleşme yerine hegemonya terimi daha anlamlıdır. Çünkü emperyalizmin
gözlemlenen pratiği rekabetçi, dolayısıyla hegemonik bir nitelik taşımaktadır.
Bugün, küreselleşmenin/hegemonyanın
başını çeken ABD emperyalizmidir. ABD hegemonyasını, yayılmacılığını/küreselleşmesini
kime dayatmaktadır. Ezilen ülkelere ve diğer kapitalist ülkelere. Diğer
kapitalist ülkeler derken, gerek Avrupa
Birliği
ülkeleri, Kanada ve Japonya
ile öte yandan yeni
yetme kapitalistler olan Rusya
ve ekonomi ve nüfus
anlamında oldukça dev bir ülke olan Çin'dir.
Yukarıda belirttiğimiz durumdan dolayı ABD emperyalizmi Birinci Dünya'nın esas gücünü oluşturuyor. Diğer güç ise Çin ve Rusya'dır. Askeri, siyasi
ve tarihsel geçmiş olarak ancak bu iki ülke (Çin ve Rusya) ABD ile boy
ölçüşebilir.
İkinci dereceden emperyalist
güç olan Avrupa Birliği ve Japonya ile Kanada ise İkinci
Dünya'yı
oluşturmaktadır. Her ne kadar Avrupa
Birliği içinde
ikinci dereceden emperyalist güç olmaya yetecek bir ekonomik gelişme derecesine
sahip olmayan ancak Üçüncü Dünya'da yer alabilecek düzeyde olan ülkeler varsa da
bunlar zamanla Avrupa Birliği içinde eriyeceklerdir. Avrupa Birliği'nin bu ülkelere tahammülü revizyonizm-sosyal
emperyalizm cephesinden kopmuş olmalarındandır.
Öte yandan dünyanın önemli
oranda bir nüfusunu, toprak parçasını, petrolünü ve diğer madenlerini
bünyesinde barındıran ezilen ülkeler kategorisi vardır. Bunlar, Latin Amerika, Afrika ve Orta Doğu
ülkeleridir. Bunlar hem Birinci
Dünya, hem de İkinci Dünya tarafından
ezilmekte ve sömürülmektedir. Bu ülkeler sanayileşmemiş olmaları nedeniyle dünyanın kırlarıdır. İşte bu kırlar
Üçüncü Dünya'yı oluşturmaktadır.
Ancak, Üçüncü
Dünya'ya mensup olanlar içinde özellikle NATO üyesi olan veya ülkelerinde ABD
üsleri bulunan ülkeler de bulunmaktadır ki buralarda iktidarlar askeri bakımdan
halka karşı daha güçlü konumdadırlar ve ABD'den daha fazla himaye görüyorlar.
*** --- ***
ÜÇÜNCÜ DÜNYA:
Devrimlerin Zayıf Halkası
(2)
Soğuk
Savaş'ın Sonu
Soğuk Savaş'ın bittiği görüşü hemen herkesin ortak görüşü haline gelmiştir. Peki Soğuk Savaş neydi? Nasıl ortaya çıkmıştı? Niçin ortaya çıkmıştı? Uygulandığı süreçte neler olmuştu?
Bu sorulara verilecek yanıtların yüzde 80'i, 1990'lara kadar genel anlamda mümkün olmuyordu! 12 Mart 1971 darbesi ile kontr-gerilla adıyla anılır oldu, üstelik toplumun önemli isimleri tarafından: Başbakan Ecevit, Kurmay Yarbay Talat Turhan ve Ziverbey Köşkü'nde işkenceden geçen aydınlar ve öğrenci gençler tarafından. Kontr-gerillacı olarak bilinen isimler de, askeri kanattan Faik Türün, Memduh Ünlütürk, Eyüp Özalkuş gibi dönemin Sıkıyönetim Komutanı ve bazı generalleri ile sivil kişilerdi.
Soğuk Savaş'ın bittiği görüşü hemen herkesin ortak görüşü haline gelmiştir. Peki Soğuk Savaş neydi? Nasıl ortaya çıkmıştı? Niçin ortaya çıkmıştı? Uygulandığı süreçte neler olmuştu?
Bu sorulara verilecek yanıtların yüzde 80'i, 1990'lara kadar genel anlamda mümkün olmuyordu! 12 Mart 1971 darbesi ile kontr-gerilla adıyla anılır oldu, üstelik toplumun önemli isimleri tarafından: Başbakan Ecevit, Kurmay Yarbay Talat Turhan ve Ziverbey Köşkü'nde işkenceden geçen aydınlar ve öğrenci gençler tarafından. Kontr-gerillacı olarak bilinen isimler de, askeri kanattan Faik Türün, Memduh Ünlütürk, Eyüp Özalkuş gibi dönemin Sıkıyönetim Komutanı ve bazı generalleri ile sivil kişilerdi.
Bir de, Soğuk Savaş'ın
uluslararası plandaki anlamına ve önemine bakalım. Sovyet KGB'si ve Çin'li
komünistler ve de Avrupalı devrimciler 1980'lere doğru belli bilgilere
sahiptiler. Ancak 1980-1990 arası Sovyet sosyal-emperyalizmi en güç, en
sıkıntılı dönemini yaşıyordu. Bununla uğraşacak durumu yoktu. Öte yandan 1976
sonrası karşı-devrimci hükümet darbesiyle iktidarı ele geçiren kapitalist yolcu Deng Siao-ping çetesi Soğuk
Savaş'la tamamen ilgisini keserek "Dört Modernleşme Hareketi"
başlatarak emperyalist-kapitalist dünya sistemiyle eklemlenme yolunda
ilerliyordu.
Soğuk Savaş neydi? Bu soruya verilecek yanıt oldukça kısadır. Soğuk Savaş, İkinci Emperyalist Dünya Savaşı
sonunda başta Doğu Almanya olmak üzere Polonya, Romanya, Yugoslavya, Arnavutluk,
Bulgaristan gibi Avrupa ülkelerinde ve hatta 1949'da Çin'de devrimlerin
gerçekleşerek ülkelerin sosyalizme adım atmalarının ABD emperyalizminde büyük
bir panik ve korkuya yol açması sonucu, başvurduğu her türlü karanlık, kirli, caniyane,
hilekar, insanlık dışı yol ve
yöntemlerinin tümünün adıdır. İşte tüm bu yöntem ve uygulamaları
organize edecek olan gizli bir örgüt gerekliydi. Adı: Dünya Derin Devleti.
ABD ilk adımda CIA + NATO aracılığıyla bunu gerçekleştirdi. İlk nüve ABD'deydi .
Ve kurucularda İkinci Emperyalist Savaş'ın yenilmiş faşist GESTAPO şefleriydi. Yenik
NAZİ'ler ABD hizmetine geçmişti.
İkinci adım kurulmuş
bulunan bu organizasyona bağlı olarak inşa edilmeliydi. Diğer ülkelerdeki derin
devletlerin inşası, devletin en temel unsuru olan ORDU'dan geçiyordu. ABD
derhal NATO'yu kurdu.
ABD'nin Sosyalist Blok'un oluşmasından duyduğu tedirginliğin ve
korkunun bir de İkinci Emperyalist Savaş sonunda o dönemin eski sömürgecileri
İngiltere, Fransa, Portekiz, Belçika, Hollanda, İtalya gibi ülkelerin
zayıflamaları sonucu Latin Amerika, Asya ve Afrika'da başlayan ulusal
bağımsızlık savaşlarının yarattığı kaygılar eklenmekteydi.
NATO, ABD'de değil de Avrupanın göbeğinde yer almaktadır. Önce
Fransa'da bulunan NATO ve onun Askeri Yüksek Karargahı (SHAPE) yaptığı kirli
işler nedeniyle Fransa Cumhurbaşkanı General de Gaul tarafından Fransa'yı
terketmesi istenmiş ve 1969 yılına kadar süre verilmişti; tabii Fransa bununla
da kalmamış, NATO'nun askeri entegrasyonundan da çekilmiştir.
NATO 1967'de Fransa'dan Belçika'ya taşınmış ve hala oradan
faaliyetini yürütmektedir.
Dünya Derin
Devleti, NATO, CIA ve yerli "Derin Devlet"in temel amacı "HÜR DÜNYA"yı korumak aldatmacasına
dayanıyordu. Elbette kuruluşundan itibaren "HÜR DÜNYA"nın, yani dünya emperyalist-kapitalist sisteminin
bir parçasıydı Türkiye. Ve ABD'ye göre sosyalist bir geçişten korunmalıydı. Engel
olunmalıydı.
Cumhuriyetçi, milliyetçi,
devletçi ve islamcı masalların tamamı yukarıdaki gerçekleri gizlemek içindi.
Bu yönde, İlim Yayma Cemiyetleri, Milli
Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Komünizmle
Mücadele Dernekleri, Aydınlar Ocağı, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Ülkü
Ocakları vb. yapılar oluşturuldu. Temel felsefeleri Türk-İslam Sentezi'ydi.
Ecevit ve Baykal
Öte yandan CHP ise sol
kisve ile demokrat, devrimci, ilerici, yurtsever kesimleri kendi dümen suyunda
götürmek içindi. Tabii bütün bu organizasyon dünya emperyalist-kapitalist
sisteminin bir halkası olan Türkiye Cumhuriyeti'ni "SOL" dan korumak içindi.
Ancak, şu da var ki,
gerek yabancı emperyalizm gerekse yerli işbirlikçileri Ecevit CHP'sinin iktidara gelmesini asla istemedi. İktidarını hep
önlemek istediler. İktidara geldiği dönemde de yıkmak için ellerinden geleni
yaptılar. Ecevit halkın deyimiyle
söylersek "Halkçı Ecevit"ti.
Bu imaj bile sosyal demokratların dışındaki solun güçlenmesi için bir olumluluk
göstergesiydi.
Artık "Derin Devlet" yanlısı olduğu iyice
günyüzüne çıkan Deniz Baykal'ın
neden yıllar yılı Ecevit'e muhalif
fraksiyonun başını çektiği bu yıllarda daha iyi anlaşılıyor.
Ecevit'in çizgisini
eleştirebiliriz, ancak o hiçbir zaman yolsuzlukların, hırsızlıkların, adam
kayırmanın, rüşvetin ve akla gelebilecek tüm kirli işlerin asla ve asla adamı
olmadı. O namuslu, dürüst bir burjuva
politikacı olarak hayatını sürdürdü
ve tamamladı. Özellikle Soğuk Savaş döneminde Derin Devlet'in suikastine
maruz kaldığını belirtmeliyiz.
"Ecevit
26 Eylül 1973'te Ordu ve Giresun'da yaptığı konuşmalarda 'Kontrgerillanın örtüsü kaldırılmalıdır, karanlık
tertiplere girenlerin hiç olmazsa yetkileri elinden alınmalı' diyordu. (27
Eylül 1973 tarihli gazeteler ) Leo
A.Müller, Gladyo, s.15 -16, Pencere Yayınları, İkinci Baskıya Önsöz Oral Çalışlar)
ABD'nin Türkiye'ye Girişi
"Amerikan
emperyalizmi, Türkiye'ye ilk adımını, 1945 yılında imzalanan bir savunma
anlaşmasıyla atmıştır. "Haydar
Tunçkanat, Amerika, Emperyalizm ve CIA, s.18, Tekin Yayınları, Birinci
Baskı 1987
O dönemin devletinin
başında "Milli Şef" İsmet
İnönü kliği bulunmaktadır.
"Bu anlaşmanın başlangıç kısmında TC
savunmasının ABD savunması için hayati öneme haiz olduğu belirtiliyor. Bu duruma
göre, Amerika Birleşik Devletleri'nin savunma hattı Türkiye Cumhuriyeti'nin
sınırlarına kadar ileri sürülmektedir. Anlaşmanın 1.maddesinde 'ABD Hükümeti, TC Hükümeti'ne ABD
Cumhurbaşkanı'nın devir ve tedarikine izin vereceği savunma maddelerini ve
savunma bilgilerini vermeye devam edecektir.'
'2. maddesinde 'TC Hükümeti sağlayabilmek vazifesindeki
ve müsaade edebileceği maddeleri, hizmetleri, kolaylıkları veya bilgileri ABD
Hükümeti'ne temin edecektir."Age, s.19
"Savunma malzemesi olarak, Amerika
bize ne verirse, geri vermek koşulu ile onu alacağız ve seçme hakkımız da yok.
Amerika ise hiçbir yükümlülük almamış, istediklerini verip, istemediklerini
vermemekte serbest kalmıştır. Bu anlaşma ile Türkiye, karayollarını, hava
limanlarını, hava meydanlarını, demiryolları ve istasyonlarını Amerikan
kuvvetlerinin kullanmasına açık bulunduracak ve onlara gereken hizmeti
yapacaktır. Türkiye'de yerleşmeleri için binalar ve araziler verecek, ihtiyaç
duyacakları malzemeleri de sağlayacaktır. Türkiye hakkında istedikleri her
türlü bilgiyi de Türk Hükümeti verecek ve onlar da, her istedikleri yere
rahatça girip çıkacaklar ve istedikleri bilgileri kaynağından toplayacaklar ve
Hükümet de bunlara yardımcı olacak ve elinden gelen her türlü kolaylığı
sağlayacaktır.
"Bu
anlaşmadan sonra, askeri ve sivil Amerikalı uzman ve danışmanların Türkiye'ye
akın ettiklerine tanık oluyoruz. Bunların görevleri, Türkiye hakkında geniş
bilgi toplayıp, ülkemizden hangi konularda nasıl yararlanabileceklerini
saptamaktır.
"Antlaşmanın gereği, Türkiye'nin
askeri gücü, komuta ve eğitim sistemi, yeraltı ve yerüstü kaynakları, insan
gücü, örf ve adetleri, yaşam biçimleri, idari sistemi, ticareti, ekonomik
durumu ve sanayi kuruluşları hakkındaki tüm bilgileri hiçbir sakınca
gözetmeksizin Amerikalılara verilecektir." Age, s.20-21
*** --- ***
ÜÇÜNCÜ DÜNYA :
Devrimlerin Zayıf Halkası (3)
Ülkeler Bağımsızlık İstiyor!
1928 yılında yapılan Komünist Enternasyonal 6.Dünya Kongresi, (uzun zamandan beri devrimciler tarafından Üçüncü Dünya olarak adlandırılan ülkelerdeki) işaret ediyordu.
Şöyle ki; "Son iki yıl içinde, Lenin'in daha 1916'da gördüğü gibi, ezilen sömürge ve yarı sömürgelerin milli devrimci savaşları, teorik bir önemden çıkıp, dünya çapında tarihi bir gerçek haline geldi. Bu savaşların örnekleri; Fransız ve İspanyol emperyalizmine karşı Fas'ın savaşı, Suriye'de ayaklanma, ABD emperyalizmine karşı Meksika ve Nikaragua'da savaşlar, Honkong'a karşı devrimci Kanton Savaşı ve son olarak 1926-1927'de Çin Kuzey Seferi'dir. Milli devrimci savaşlar dünya devriminin bugünkü döneminde önemli bir rol oynayacaktır. Bu nedenle proletarya, bu savaşların özellikle 1926 -1927 Çin Kuzey Seferi'nin tecrübelerini ve derslerini yakından incelemelidir." Emperyalist Savaşa Karşı Mücadele ve Görevlerimiz, Komünist Enternasyonal 6.Dünya Kongresi 1928, s.41, Kurtuluş Yolu Yayınları, Birinci baskı: 1977
Yeni Bir Ulusal Savaş
Komünist Enternasyonal 6.Kongresi Milli Savaşlara karşı tutum belirlerken, şöyle demektedir:
" Milli devrimci bir savaş desteklenirken proletarya birliklerini her bir savaşın somut bir analizi, çeşitli sınıfların o savaş içindeki rolü vb. tayin eder." (Age, s.42)
Yani, körü körüne bir destekleme söz konusu değildir burada. Bence bu desteklemede önemli olan nokta; savaş sonucu iktidarı kimin alacağıdır. Şayet iktidar proletarya ve yoksul köylülüğün eline geçmese dahi (milli burjuvazinin eline geçtiğini varsayarsak) kazanılmış zaferde proletarya ve yoksul köylülüğün birçok hayati nitelikteki temel hakka kavuşup kavuşamayacağıdır. Aksi halde anti-sömürgeci Türk Kurtuluş Savaşı'nda iktidara gelen bürokrat burjuvazi ve onun önderi bürokrat burjuva Kemal, her geçen gün proletarya ve köylülüğün haklarını kısmış, adeta savaşı yürütenler yoksul proleter ve köylü çocuklarıyla yoksul halk değilmiş gibi bir durum ortaya çıkmıştır. Kemal yendiği emperyalizmle kısa sürede anlaşmış, eski zamanların temsilcisi gerici toprak ağalığına da dokunmamıştır. Hatta Kemal sonrası iktidara gelen Başbakan Adnan Menderes bir toprak ağası olup 35 bin dönümün üzerinde toprağa sahiptir.
Adeta geleceği önceden görmüşçesine Komünist Enternasyonal 6.Kongresi (1928 yılı) "yeni tip bir milli savaşın gittikçe ön plana çıktığı"ndan söz ediyor.
Görüşleri görelim :
"Ancak şu belirtilmelidir ki, emperyalizme karşı mücadelede proletaryanın milli burjuvazi ile geçici ittifaka girebileceği milli savaşlar giderek azalmaktadır. Çünkü işçilerin ve köylülerin devrim yapma korkusuyla ezilen ülkelerdeki milli burjuvazi gericileşiyor ve emperyalistlerin rüşvetlerini kabulleniyor. Proletaryanın tek başına öncü rol oynayabileceği yeni tip bir milli savaş gittikçe ön plana çıkmaktadır. (abç) Bu, ABD emperyalizmine karşı Latin Amerika ülkelerinin milli savaşlarında da uygulanmaktadır. Milli savaşlar ve ayaklanmaların proleter savaşlar ve ayaklanmalar haline dönüşme eğilimi. Lenin bu eğilimi daha 1916'da görmüştü ve bu eğilim göze çarpacak şekilde gelişmektedir." (Age, s.43) Emperyalist Savaşa Karşı Mücadele ve Görevlerimiz, Komünist Enternasyonal 6. Dünya Kongresi, 1928, s. 43, Kurtuluş Yolu Yayınları, Birinci Baskı 1977.
"Ancak şu belirtilmelidir ki, emperyalizme karşı mücadelede proletaryanın milli burjuvazi ile geçici ittifaka girebileceği milli savaşlar giderek azalmaktadır. Çünkü işçilerin ve köylülerin devrim yapma korkusuyla ezilen ülkelerdeki milli burjuvazi gericileşiyor ve emperyalistlerin rüşvetlerini kabulleniyor. Proletaryanın tek başına öncü rol oynayabileceği yeni tip bir milli savaş gittikçe ön plana çıkmaktadır. (abç) Bu, ABD emperyalizmine karşı Latin Amerika ülkelerinin milli savaşlarında da uygulanmaktadır. Milli savaşlar ve ayaklanmaların proleter savaşlar ve ayaklanmalar haline dönüşme eğilimi. Lenin bu eğilimi daha 1916'da görmüştü ve bu eğilim göze çarpacak şekilde gelişmektedir." (Age, s.43) Emperyalist Savaşa Karşı Mücadele ve Görevlerimiz, Komünist Enternasyonal 6. Dünya Kongresi, 1928, s. 43, Kurtuluş Yolu Yayınları, Birinci Baskı 1977.
Marks ve Lenin'den Proletaryaya
Görev ve Taktikler
1928'de yapılan Komünist Enternasyonal'in 6.Dünya Kongresi, Ulusal Kurtuluş Savaşları üzerine Marks ve Lenin'in fikirlerini görev ve taktikler şeklinde dünya devrimcilerine şöyle sundu:
"37. Marks ve Lenin'in öğretileri ve son yıllardaki ulusal savaşların tecrübeleri, ulusal kurtuluş savaşlarında proletarya için aşağıdaki görevleri ve taktikleri belirtiyor.
(a) Bu savaşlarda proletaryanın gösterdiği destek ve bazı durumlarda ulusal burjuvazi ile girdiği geçici ittifak, hiçbir şart altında sınıf mücadelesinin terkedilmesi anlamına gelmez. Burjuvazinin uzun bir süre emperyalizme karşı proletarya ile beraber omuz omuza mücadele ettiği zaman bile, burjuvazi hala düşmandır ve kendi emelleri için proletaryadan faydalanmaya çalışır.
(b) Bu nedenle proletarya sadece burjuvazinin politikalarını ve sloganlarını reddetmemeli, aynı zamanda bağımsız olarak davranmalı, kendi siyasi programını ve sloganlarını geliştirmeli ve kendi devrimci örgütlerini (parti, sendikalar, işçi milisleri, proleter askeri hareketler) kurmalıdır. Komünistler, burjuvazinin kaçınılmaz olan ihanetine kitleleri hazırlamalı, proletaryanın kazandığı mevzileri korumak için en güçlü tedbirleri almalı, burjuvazinin sınıf ve hedeflerine ulaşmak için yaptığı çabaları engellemek ve burjuvaziyi devirmek için hazırlıkta mümkün olan herşeyi yapmalıdır.
1928'de yapılan Komünist Enternasyonal'in 6.Dünya Kongresi, Ulusal Kurtuluş Savaşları üzerine Marks ve Lenin'in fikirlerini görev ve taktikler şeklinde dünya devrimcilerine şöyle sundu:
"37. Marks ve Lenin'in öğretileri ve son yıllardaki ulusal savaşların tecrübeleri, ulusal kurtuluş savaşlarında proletarya için aşağıdaki görevleri ve taktikleri belirtiyor.
(a) Bu savaşlarda proletaryanın gösterdiği destek ve bazı durumlarda ulusal burjuvazi ile girdiği geçici ittifak, hiçbir şart altında sınıf mücadelesinin terkedilmesi anlamına gelmez. Burjuvazinin uzun bir süre emperyalizme karşı proletarya ile beraber omuz omuza mücadele ettiği zaman bile, burjuvazi hala düşmandır ve kendi emelleri için proletaryadan faydalanmaya çalışır.
(b) Bu nedenle proletarya sadece burjuvazinin politikalarını ve sloganlarını reddetmemeli, aynı zamanda bağımsız olarak davranmalı, kendi siyasi programını ve sloganlarını geliştirmeli ve kendi devrimci örgütlerini (parti, sendikalar, işçi milisleri, proleter askeri hareketler) kurmalıdır. Komünistler, burjuvazinin kaçınılmaz olan ihanetine kitleleri hazırlamalı, proletaryanın kazandığı mevzileri korumak için en güçlü tedbirleri almalı, burjuvazinin sınıf ve hedeflerine ulaşmak için yaptığı çabaları engellemek ve burjuvaziyi devirmek için hazırlıkta mümkün olan herşeyi yapmalıdır.
(c) Şimdi
Çin ve işçi-köylüleri, emperyalistlerin Çin'i parçalamasını önlemek için
mücadele yürütüyorlar. Burjuvazinin veya burjuva hükümetinin karşı-devrimci bir
rol oynadığı böyle ulusal savaşlarda, komünistler, milli savunma sloganı
altında burjuva hükümetini devirmek için çalışmaktadır.
"38.
Fas, Suriye'deki Dürziler, Suriye ve Arabistan gibi sınıf farklılaşmasının
gelişmediği ülkelerde uluslar savaşı meselesi aynı şekilde formüle edilmelidir.
Bu halklar arasında patriarkal ve feodal önderler ve hükümdarlar, daha gelişmiş
sömürgelerde burjuvazinin oynadığı role benzer bir rol oynamaktadırlar. Emperyalizme
karşı devrimci mücadelelerde bu önderlerle ve hükümdarlarla gerici işbirliğine
izin verilebilir. Ancak onların emperyalistler tarafından satın alınması veya
kurtuluş mücadelesini kendi menfaatlerine tabi kılmaları daima vardır. Bu
nedenle bu halkların ulusal savaşları feodalizme karşı ve feodal hükümdarlara
karşı mücadele ile birleştirilmelidir." (Age,
s.44,45)
*** --- ***
ÜÇÜNCÜ DÜNYA:
Devrimlerin Zayıf Halkası
(4)
Askeri
Düşünüş ve Tavır
Kapitalizmin tekelci kapitalizm yani emperyalizm aşamasına ulaşmasından itibaren bundan en çok etkilenen eski feodal imparatorluklar oldu. Örneğin, Rus hanedanlığı ve Osmanlı hanedanlığı. Tarihin cilvesine bakın ki, Osmanlı feodal imparatorluğu bir yönüyle dinci-sömürgeci karakterdeydi, ikinci yönüyle "Hasta adam" olarak görüldüğünden, dünya sömürü sisteminden koparılmaması için tedavi yöntemleri uygulanıyordu. Tanzimat ve Islahat Fermanları özellikle İngiliz emperyalizminin "Hasta adam"a yazdığı reçetelerdi. Sadece Türklere değil, diğer etnisitelere ve uluslara da zulmeden gericiler topluluğu olan Osmanlı hanedanlığı bu reçete ile kısmen demokratik bir yön kazandı.
Ancak, "Hasta adam"ın tedavisi mümkün değildi. Bu haliyle, dünya kapitalizminin ekonomik gelişme atmosferine ayak uydurması mümkün değildi. Buna özellikle İslam dini engel oluyordu. Tarihi ilerlemenin en önemli engellerinden biri olan İslam dini, gerici-yobaz, işgalci karakteriyle bu gelişmeyi önleyici özellikteydi. Ve bu özelliğiyle adeta övünür gibiydi. Geri kafalı, peçeli kadının peçesinin ardında alay edercesine beliren bir gülümsemeyle tarihe bakıyordu.
Ancak devir hızla değişiyordu. Ve emperyalizm dünyayı artık kesin olarak ikiye bölüyordu; ezen uluslar ve ezilen uluslar olarak. Ya ezen uluslar hegemonyalarını sürdürecek ya da ezilen uluslar devrimci kimlikleriyle tarih sahnesine çıkacaktı. Ezilen uluslar elbette ezen ulusun kendisine karşı bir savaş yürütmeyecekti. Ezilen ulusların yapacağı, ezen ulusları askeri, ekonomik, siyasi yönden yenerek, bağımsızlıklarına kavuşmak ve yapılmış her türden anlaşmaları yok sayarak geçmişten bir kopuş yaşamaktı. Bu yolda gerek karşısına çıkan dış düşmanla gerekse emperyalizmin işbirlikçisi olan kendi ulusunun hain kanadıyla ve bu kanadın hizmetinde olan devlet ve ordusu ile mücadele etmeli ve savaşmalıydı. Onun için başka bir çözüm bulunmuyordu
Bu, adı ister konulmuş olsun, isterse konulmamış olsun, emperyalizm ve işbirlikçisi orduya karşı düzenlenen bir savaştı.
Şimdi tekrar Komünist Enternasyonal'in sözünü ettiğimiz fikirlerine dönelim. Alıntı oldukça uzun olmasına rağmen emperyalizm var oldukça geçerliliğini yitirmeyecek temel görüşler içerdiği için tamamını almakta yarar görüyorum. Şunu da unutmamalıyız: aldığımız yazı 1928 yılı dünya komünistlerinin görüşlerini yansıtmaktadır. 1928 yılı dahil olmak üzere 1949 yılına dek Çin uluslarası tarihsel önemde bir devrim yaşadı. Bu devrimin yolu Uzun Süreli Savaş Stratejisi'ydi. Mao Tse-toung'u Mao Tse-toung yapan onu Marksizmin beşinci ustası konumuna getiren temel yön, işte bu stratejinin keşfi ve uygulanmasıdır. Bu strateji günümüzde başta Üçüncü Dünya olmak üzere İkinci ve Birinci Dünya devrimcilerinin elinde de onları zafere götürecek bir pusula, bir silah, bir irade, bir yol'dur.
"Proletaryanın sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ordulara karşı tutumu
"53. Ezilen ulusların emperyalizme karşı milli devrimler ve savaşları çağının başlamasıyla bütün sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde askeri mesele tayin edici öneme sahip oldu. Bu durum, emperyalizmle savaş halinde olan ülkelerle (Çin, Fas, Suriye, Nikaragua) olduğu kadar henüz açık savaşa girmemiş ülkelerde de (Hindistan, Mısır, Meksika, Filipinler, Kore) bir gerçektir. Açıklaması emperyalizme karşı milli savaşlarla ilgili askeri meselede, emperyalist ülkelerde olduğundan farklı formüle edilmelidir.
Kapitalizmin tekelci kapitalizm yani emperyalizm aşamasına ulaşmasından itibaren bundan en çok etkilenen eski feodal imparatorluklar oldu. Örneğin, Rus hanedanlığı ve Osmanlı hanedanlığı. Tarihin cilvesine bakın ki, Osmanlı feodal imparatorluğu bir yönüyle dinci-sömürgeci karakterdeydi, ikinci yönüyle "Hasta adam" olarak görüldüğünden, dünya sömürü sisteminden koparılmaması için tedavi yöntemleri uygulanıyordu. Tanzimat ve Islahat Fermanları özellikle İngiliz emperyalizminin "Hasta adam"a yazdığı reçetelerdi. Sadece Türklere değil, diğer etnisitelere ve uluslara da zulmeden gericiler topluluğu olan Osmanlı hanedanlığı bu reçete ile kısmen demokratik bir yön kazandı.
Ancak, "Hasta adam"ın tedavisi mümkün değildi. Bu haliyle, dünya kapitalizminin ekonomik gelişme atmosferine ayak uydurması mümkün değildi. Buna özellikle İslam dini engel oluyordu. Tarihi ilerlemenin en önemli engellerinden biri olan İslam dini, gerici-yobaz, işgalci karakteriyle bu gelişmeyi önleyici özellikteydi. Ve bu özelliğiyle adeta övünür gibiydi. Geri kafalı, peçeli kadının peçesinin ardında alay edercesine beliren bir gülümsemeyle tarihe bakıyordu.
Ancak devir hızla değişiyordu. Ve emperyalizm dünyayı artık kesin olarak ikiye bölüyordu; ezen uluslar ve ezilen uluslar olarak. Ya ezen uluslar hegemonyalarını sürdürecek ya da ezilen uluslar devrimci kimlikleriyle tarih sahnesine çıkacaktı. Ezilen uluslar elbette ezen ulusun kendisine karşı bir savaş yürütmeyecekti. Ezilen ulusların yapacağı, ezen ulusları askeri, ekonomik, siyasi yönden yenerek, bağımsızlıklarına kavuşmak ve yapılmış her türden anlaşmaları yok sayarak geçmişten bir kopuş yaşamaktı. Bu yolda gerek karşısına çıkan dış düşmanla gerekse emperyalizmin işbirlikçisi olan kendi ulusunun hain kanadıyla ve bu kanadın hizmetinde olan devlet ve ordusu ile mücadele etmeli ve savaşmalıydı. Onun için başka bir çözüm bulunmuyordu
Bu, adı ister konulmuş olsun, isterse konulmamış olsun, emperyalizm ve işbirlikçisi orduya karşı düzenlenen bir savaştı.
Şimdi tekrar Komünist Enternasyonal'in sözünü ettiğimiz fikirlerine dönelim. Alıntı oldukça uzun olmasına rağmen emperyalizm var oldukça geçerliliğini yitirmeyecek temel görüşler içerdiği için tamamını almakta yarar görüyorum. Şunu da unutmamalıyız: aldığımız yazı 1928 yılı dünya komünistlerinin görüşlerini yansıtmaktadır. 1928 yılı dahil olmak üzere 1949 yılına dek Çin uluslarası tarihsel önemde bir devrim yaşadı. Bu devrimin yolu Uzun Süreli Savaş Stratejisi'ydi. Mao Tse-toung'u Mao Tse-toung yapan onu Marksizmin beşinci ustası konumuna getiren temel yön, işte bu stratejinin keşfi ve uygulanmasıdır. Bu strateji günümüzde başta Üçüncü Dünya olmak üzere İkinci ve Birinci Dünya devrimcilerinin elinde de onları zafere götürecek bir pusula, bir silah, bir irade, bir yol'dur.
"Proletaryanın sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ordulara karşı tutumu
"53. Ezilen ulusların emperyalizme karşı milli devrimler ve savaşları çağının başlamasıyla bütün sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde askeri mesele tayin edici öneme sahip oldu. Bu durum, emperyalizmle savaş halinde olan ülkelerle (Çin, Fas, Suriye, Nikaragua) olduğu kadar henüz açık savaşa girmemiş ülkelerde de (Hindistan, Mısır, Meksika, Filipinler, Kore) bir gerçektir. Açıklaması emperyalizme karşı milli savaşlarla ilgili askeri meselede, emperyalist ülkelerde olduğundan farklı formüle edilmelidir.
"54. Günümüzde bu ülkelerde tamamen farklı iki tip
ordunun bulunduğu unutulmamalıdır. Bir tarafta milli ordular var (her zaman
devrimci ordu değildir), diğer tarafta emperyalist ordular (metropol ülkeden
gönderilen kuvvetlere veya diğer sömürge ülkelerin yerlilerinden oluşan
ordular, ya da o sömürge ülke halkından
toparlanmış ordular) Çin'de iki tip ordu da mevcuttur ve milli orduların pratikte
nasıl emperyalist ordulara dönüştüğünün örneğini de vermektedir. Çan Kay-şek'in darbesinden sonra Güney milli ordusu pratikte
emperyalist hedeflere hizmet eden bir orduya dönüşmüştür. Bu iki tip orduya
karşı proletaryanın ve devrimci emekçi kitlelerin tavrının farklı olması
gerektiği açıktır. Milli ordularla ilgili olarak, Marks ve Engels'in 1848-1870'deki askeri programı; yani, bu
orduların devrimci ordular haline dönüştürme amacıyla demokratikleştirilmesi, belirli
değişiklikleriyle uygulanmalıdır. Emperyalist ordularla ilgili olarak, ancak
yenilgi programı, yani içten parçalama programı uygulayabiliriz. Özel subay
birimlerinin veya burjuva sınıfının askeri örgütlerinin bulunduğu durumlarda, onları
tecrit ve tasfiye etmek için çalışılmalı, yani, emperyalist ülkelerde
uygulanması gereken program burada da uygulanmalıdır.
"Taktiksel açıdan yukarıda
bahsedilen iki tip orduya ilave olarak sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde üçüncü
tip bir ordu mevcuttur. Yani, emperyalistler tarafından kumanda edilen ve
içinde milli hareketle emperyalistler arasında bir mücadelenin geliştiği bir
ordu (Hindistan, Mısır, Hindi Çini, Cezayir, Tunus, vb ).
"Böyle durumlarda, somut
şartlara uygun olarak her iki programın unsurları birleştirilmelidir. Yani, emperyalistlerin
kumandası altındaki ordulara veya bu orduların bazı birliklerine yenilgi
programı uygulanmalı ve aynı zamanda silahlanmış millet (milli) ve milli ordu
sloganları ileri sürülmelidir.
"Somut şartları müsait
olduğunda, emperyalistlerin ve uşaklarının yanlış kullanmalarını önleyecek bir
biçimde milli ordu sloganı ileri sürülmelidir (ordunun emperyalistlerin tam
bağımsızlığı, ordunun en geniş demokrasi temelinde örgütlenmesi, subayların
seçimi vb.)
"Emperyalist ordular
sömürgelerden çekilsin; emperyalist kadrolar ve subaylar yerli ordudan
çekilsin, sloganları hem sömürgelerde, hem de metropol ülkelerde ileri
sürülmelidir.
"55. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde askeri sisteme
karşı alınacak tavrı tayin etmek için, dünya devriminin belirli bir aşamasında
belirli bir ülkenin o tarihte oynadığı siyasi rol dikkate alınmalıdır. Yani, o
ülke Sovyetler Birliği'nin ve Çin devriminin bir müttefiki veya hasmı olduğuna
bakılmalıdır. Bir bütün olarak proletarya ve ezilen ulusların devrimci
kitleleri, bütün emekçilerin silah kullanmayı öğrenebilecekleri, emperyalizme
karşı ülkenin savunmasını güçlendirecek, orduda işçilerin ve köylülerin
etkinliğini sağlayacak ve demokratik devrimde proletaryanın hegemonyası için
mücadeleyi kolaylaştıracak olan demokratik silahlanma sistemi talebinde
bulunmalıdırlar.
"Emperyalist
devletlerdeki durumun tersine, genel askerlik hizmeti, gençliğin askeri
eğitimi, demokratik milis, milli ordu vb. sloganları, sömürge ve yarı-sömürge
ülkelerde devrimci askeri program içine alınmalıdır. Bununla beraber, bugünkü
tarihi dönemde milli devrimci hareketin taktikleri, dünya proleter devrimi
menfaatlerine tabi olmalıdır. Kendisinin ezen bir ülke olduğu ve proletarya
veya milli devrimlere karşı bir savaşta emperyalistlerin kölesi olarak hareket
eden ezilen ülkelerde, devrimciler böyle bir program ileri süremezler. Bu tip
ülkelerde komünistler, diğer devrimci ülkelerin savunması için yürüttükleri
devrimci savaş lehine propaganda ile devrimci askeri program lehine
propagandayı o savaş ve ordu ile ilgili yenilgi programını başarıyla
birleştirmelidirler. Böyle bir durum günümüzde Çin'de Guomindang generallerinin
yönetimi altındaki eyaletlerde ele alınmalıdır.
"56. Ezilen ülkeler için askeri programın tespit
edilmesinde bu ülkelerin ekomomik ve politik gelişme aşaması dikkate
alınmalıdır.
( 1 )
Demokratik devrimin henüz tamamlanmadığı ülkelerde, özellikle burjuvazi ile
proletarya arasında sınıf farklılaşmasının henüz çok güçlü olarak kendini
göstermediği ülkelerde ( Suriye, Fas, Mısır ) silahlı ulus ( ulusal milis )
sloganı kabul edilmelidir. Bu sloganı feodalizme ve feodal-burjuva subaylara
karşı yönelmiş demokratik taleplerle birleştirilmelidir. Latin Amerika
ülkelerindeki gibi sınıf farklılaşmasının güçlü olarak kendini gösterdiği fakat
burjuva devrimin henüz tamamlanmadığı ülkelerde bu slogan işçi ve köylü
milisinin sınıf karakterini göstermelidir.
( 2 )
Demokratik devrim aşaması içinde olan ülkelerde milis için ileri sürülen slogan
yetersiz kalacaktır ve bu nedenle şu sloganla genişletilmelidir: Devrimci bir
ordu örgütleyin. Şüphesiz, bu durum özellikle ayaklanma hazırlığında, aynı
zamanda milis sloganının öne sürülmesini önlemez. Proletaryanın silahlanmasının
silahlı ulus talebi ile çelişmediğine dikkat edilmelidir. Gerçekten, silahlı
proletarya, silahlı ulusun temel bir parçasıdır. Silahlı ulusun genel
örgütlerine katılırken özel proleter silahlı birimlerin, bu birim tarafından
seçilen subaylarca kumanda edilen birimlerin kurulması mutlaka gereklidir.
( 3 )
Demokratik devrim aşamasından proleter devrime geçen ülkelerde, emperyalist
ülkelerdeki komünistlerin askeri programı bazı somut değişikliklerle kabul
edilmelidir.
"Proleter milisi sloganı (
emekçiler milisi, işçi ve köylü milisi ) demokratik milis talebi içinde yer
alır. Sömürgelerde devrim süreci içinde iktidarın silahla ele geçirilmesi
meselesi ortaya çıktığı zaman kızıl ordu örgütleme meselesi aynı zamanda
sovyetlerin örgütlenmesini doğuracaktır. Ordu örgütlenmesinin eski, devrimci, demokratik
biçimleri, proletarya devriminin emrettiği sınıf biçimleriyle yer
değiştirmelidir.
"57. Emperyalizme karşı mücadelede, milli devrimci bir askeri politikanın
uygulanması için sömürge orduları arasında sistemli olarak propaganda ve
ajitasyon yürütmek mutlaka gereklidir. Bu nedenle komünistler ve milli
devrimciler çeşitli tipteki sömürge ordularını dikkatle incelemeli ve çeşitli
tipler arasında çalışmak için etkili yöntemler geliştirmelidirler. Çin
tecrübesinin gösterdiği gibi, disiplinsiz ve kötü ücret ödenen yerli paralı
askerler içinde çalışma genellikle yüksek başarı şansına sahiptir.
"Bu durumlarda, kısmi
talepler, emperyalist devletler için yukarıda sıralananlara bir dereceye kadar
benzer olabilir, ancak burada somut şartların ciddi bir incelenmesi
yapılmalıdır (ordunun sınıfsal bileşimi, askerlerin morali, ekonomik şartlar, vb.).
Yerli askerlerin taleplerinin formüle edilmesine ve beyaz subayların yerli
askerlere kötü muameleleriyle mücadeleye özel dikkat gösterilmelidir.
"Komünistler milli
ordularda yürütmeleri gereken çalışmanın niteliği, diğer tipteki ordulardaki
çalışmadan farklı olacaktır. Ancak bu çalışmanın Çin'de 1926 -1927'deki milli
savaş tecrübesinin gösterdiği gibi yapılması çok önemlidir. Bu durumda
komünistlerin görevleri bütün ordu içinde çekirdekler oluşturmak, bunları
emperyalizme karşı mücadelede daha bilinçli unsurlar haline getirmek, milli
devrimin menfaati için subaylar arasında güvenilmeyen unsurlara karşı mücadele
etmek ve yönetimin henüz komünistlerin eline geçmediği yerlerde geniş devrimci
demokrasi uygulayarak askeri kontrol etmek için komutanlığı etkilemektir. Fransız
devriminde Convent ordusunda varolan subayların seçimi sistemi ve bu ordunun
kazandığı büyük zafer ile bunun tersi olan, 1926-1927 ve Çin Güney Ordularının
mutlak olarak anti-demokratik örgütlenme sisteminin burjuvazi ve onların
generallerinin ihanetini büyük ölçüde kolaylaştırması her zaman göz önünde
bulundurulmalıdır." Emperyalist Savaşa Karşı Mücadele ve Görevlerimiz/Komünist Enternasyonal 6. Dünya Kongresi 1928, Kurtuluş Yolu Yayınları, s.60,61,62,63,64,65, Birinci
Baskı: Kasım 1977 İstanbul
*** --- ***
ÜÇÜNCÜ DÜNYA:
Devrimlerin Zayıf Halkası
(5)
Üçüncü Dünya'nın
Üçüncü Dünya'nın
Tarihsel Türkiye'sine Dair Mustafa Suphi'nin TKP'sinden Tarihsel Notlar I
T ürkiye Komünist Partisi'nin Birinci Kongresi 10 Eylül 1920 tarihinde
Baku'da yapıldı. Ancak bu Kongre'ye dair tutanaklar, bilgiler yıllarca
devrimcilere ulaşmadı, ulaşamadı, ulaştırılmadı. Bu konuda oldukça özenli, inatçı
ve bilmsel tutumla çalışmalar yaptığı bilinen Prof. Dr. Mete Tunçay'a teşekkür borçluyuz. TKP hakkındaki bilgilerimin esas kaynağını Mete
Tunçay'ın Türkiye'de Sol Akımlar adlı iki ciltlik araştırması ve şimdi alıntılarını sunacağım Eski Sol Üzerine
Yeni Bilgiler adlı
eseridir.
Ancak okuyucuya şu gerçekleri de belirtmekte
yarar var. Benim sözünü ettiğim TKP Mustafa Suphi'nin TKP'sidir. Ve söz konusu parti daha sonraki yıllarda esas olarak
ikiye bölünmüştür. Birinci kliği Şefik Hüsnü ve arkadaşları sağ sapmayı ve pasifizmi temsil ederken ikinci kliğin
başını İsmail
Bilen (Laz İsmail) daha sonra Yakup Demir ve son olarak da Haydar Kutlu (Taraf yazarı Nabi Yağcı) çekmektedir. İşte bu TKP, Sahte TKP'dir. Sovyet modern revizyonizminin
hamuruyla yoğrulmuştur. Sovyet modern revizyonizminin Gorbaçov'la birlikte açık kapitalizme yönelmesi ve iki Almanya'nın birleşmesi
sonucu Haydar
Kutlu (Nabi Yağcı) da mecburen
Türkiye'ye döndü ve cezaevine konuldu. İşte burada bir parantez açarak
hapishane olgusuna kısaca değinmeliyim. Özal'a suikast gerçekleştiren derin maşa Kartal Demirağ ile aynı koğuşta kaldılar. Bunda bir anormallik bulmuyorum. Asıl anormal
gelen tam da o sıralarda ünlü ERGENEKON sanığı YALÇIN KÜÇÜK'ün de aynı koğuşa konulmasıydı. Ne kadar ilginç! Ergenekoncu Yalçın Küçük'e bir taşla üç kuş vurma görevi mi verilmişti? Aynı koğuşta Nabi Yağcı, Nihat Sargın
ve Kartal Demirağ.
Bugünün sahte TKP'si ise Nabi Yağcı ile alakasızdır. Doğu Perinçek'in derin İşçi
Partisi'nin kuyruğuna takılmış derin faşist bir partidir. Kendisini birkaç
aylığına da olsa tanıma fırsatı bulduğum eski TKP liderini bir sosyal faşistten
ziyade namuslu, kendi kafasıyla düşünen, uşak izlenimi vermeyen bir insan
olarak tanıdım. O zaman çok hayret etmiştim. Tabii çok geçmeden, Nabi Yağcı Sahte TKP'den ayrıldı. Bazen onu, (2002'de) Doğu Perinçekle mukayese edip haklarında fikir yürüttüğüm oldu. Ancak Perinçek, bir parti liderinden ziyade üç kağıtçı, çakal bir köy muhtarını andırıyordu.
Artık konumuza dönelim.
"Milliyetler
Hakkında
"Layihacı Nazmi Yoldaş, okuduğu layihada atideki
tezleri müdafaa ediyordu:
"Şarkta uzun bir zamandan
beri fukara halkın kanını akıtmaya sebep olan milliyet meseleleri hep cihangir
ve kapitalist devletlerin müstemlekat politikasına raptedilmek iktiza eder. Ermeni
Meselesi birinci defa olarak Berlin Muahedesi'ne konan bir madde ile meydana
çıkmıştır. İngiltere Rusya Çarizmine karşı Hindistan yolu üzerinde kuvvetli bir
Ermenistan teşkilini istiyor. Taşnak Fırkası Londra'da kuruluyor.
"Çar hükümeti ise, bütün
kuvvetiyle Ermenistan hükümetinin teşkiline mani oluyordu. Ermeni Patrikhanesi
bir ihtilal ocağı halini almıştı. Dökülen kanlara, İngiltere sermayedarlarının
istifadesini teminden başka maksat gözetmeyen İngiliz siyaseti sebeptir. Türklere
gelince: Türk hükümetini idare eden ekabir ve mütegallibe ile Türk fakir ve
rençber halkını birbirine karıştır (s.47) mamalıdır. Ekabir şüphesiz, İslamiyet
ve milliyet perdesi altında menafi-i şahsiyelerini müdafaa için meşum roller
oynadılar. Türk ve Ermeni halk arasına husumet sokmaktan ihtiraz etmediler. Cereyan-ı
tarihin beraber yaşattığı bu iki milleti birbirine düşman ettiler. Her yerde ve
her zaman ölen, ezilen, hak-ı hayattan mahrum, biçare, fakir halktı! Avrupa
emperyalizminin bir neticesi olan Harb-i Umumi esnasında zavallı fakir Ermeni
köylüsü yine İngiliz tesvilatına, Taşnakları, papazların teşvikatına alet oldu.
Van ve Bitlis taraflarında Müslüman fakir halkı kesmeye, evlerini yakmaya,
mallarını yağmaya başladı. Buna karşı İttihat ve Terakki hükümeti biaman
davrandı, Ermeniler tehcir edildiler; mallar alındı ve gizli emirlerle büyük
bir kısmı öldürüldü.
"Taşnaklar ve Ermeni
papazları, milliyet ve mezhep davasıyla İngiliz siyasetine, İttihat ve Terakki
ile Türk devletçileri de yine milliyet ve mezhep bayrağı altında Alman
siyasetine hizmet etmişlerdir. Neticede milyonlarla Türk ve Ermeni fukarası
imha edildi. Nazmi yoldaş, Rusya Çarlığı'nın tahrikatıyla Rum papazlarının ve
şovenistlerin tesis ettiği Etniki Eterya'nın harekat-ı inkılabiyesini tasvir
etti. Kiliselerde nassiyye-i diniye yerine milli, dini düşmanlıkları telkin
ediyor, asırlardan beri kardeş gibi yaşayan Türk ve fakir Rum halkı
birbirlerine düşman ediliyorlardı.
"Yunanistan'ın teşekkülü
yalnız Rusya'nın değil, İngiliz ve Fransız cihangirliklerinin de amaline
muvafıktır. Rumluk esasen Osmanlı devleti içinde pek kuvvetli bir unsur olduğu
ve müteazzi bir millet hayatı yaşadığı cihetle amal-i milliyesi pek vasi idi. Gördüğü
teşvikattan cesaret alarak her tarafta imha siyasetini takip etti. Buna karşı
Türkiye devletçileri de Rum halkını tezipten ve tahripten hali kalmadı. Görülüyor
ki, (s.48) Rumluk meselesinde de büyük haydutların cihangirliği ve
şovenistlerin amali ve devletçilerin menafii yüzünden milyonlarla fakir halk
kırıldı. Hala kırılmakta devam ediyor.
"Nazmi Yoldaş, Kürt, Arap ve sair
anasırın emperyalizm siyasetine kurban olduğunu ve yerli mütegallip şıhlar ve
reisler elinde mazlum ve mağdur yaşadığını tasvir ettikten sonra diyor ki:
'İşte arkadaşlar, ilm-i siyasette meşhur Şark Meselesi budur. Yoksa
emperyalistlerin parasıyla çıkan kitaplarda denildiği gibi, sırf muhtelif din
ve milliyet mensupları arasındaki münaferetten mütevellit bir mesele değildir. Bu
münafereti icat ve terviç eden kendileridir. Bu münaferet zavallı fakir halkı
istismar için kurulmuş bir tuzaktır.'
*** --- ***
ÜÇÜNCÜ DÜNYA:
Devrimlerin Zayıf Halkası (6)
Üçüncü Dünya'nın Tarihsel Türkiye'sine Dair
Mustafa Suphi'nin TKP'sinden Tarihsel Notlar II
Üçüncü Dünya'nın Tarihsel Türkiye'sine Dair
Mustafa Suphi'nin TKP'sinden Tarihsel Notlar II
"Bundan sonra Türk fakir halkına
nakl-i kelam eden Nazmi
Yoldaş, 'İzahattan anlaşıldı ki bütün muhtelif
milletlerle çarpıştırılan bu halk... en ziyade zulüm gören bu halk...istihkar
ve daha doğru imha politikasına en ziyade hedef edilen bu halktır...Bütün
sıklet-i dava Türk halkı üzerindedir. Türkiye fakir halkı, Avrupa
burjuvazisinin elinde esir olduğu gibi, kendi zenginlerinin ve devletçilerinin
elinde de esirdir. Artık Şark Meselesi denilen bu feci temaşayı sahne-i
siyasetten ilelebet izale etmek lazımdır.' demiştir. Nazmi Yoldaş
Şark Meselesini burjuvazinin halledemeyeceğini ve halletmek istemediğini ve
ancak Şark'ı parçalayarak fakir halkı kendisine esir etmekten başka bir maksat
takip etmediğini beyan ettikten sonra şu sözler ile nutkuna nutkuna nihayet
vermiştir:
'Bunun ancak bir sureti halli vardır. Bu meseleyi meydana çıkaran burjuvazinin yıkılması, sınıfi ve siyasi tahakkümün mahvı ve Türkiye'de İçtimai inkılabın inkişafı ve şura hükümetinin kurulması! Yaşasın (s.49) müstakil Türkiye Sosyalist Şuralar Hükümeti!" (Alkışlar)
"Bunu müteakiben Kırım ülke komitesi azası Kiremitçi, Erzurum delegesi Cevat, İsmail Hakkı ve Selim Mithat yoldaşlar söz alarak milliyetçilerin, şovenistlerin, kapitalistlerin, cihangirlerin, devletçilerin Şark'ta muhtelif milletler arasında vücuda getirdikleri husumeti bir kat daha izah ettiler. Badehu Mustafa Suphi Yoldaş'ın Müstemlekat ve Milliyetler Meselesi hakkındaki mütalaaları tevhiden vaki olan beyanatı alkışlarla karşılanmış ve bu beyanatın karar halinde program komisyonuna arzı kararlaştırılmıştır. Müstemlekat ve Milliyetler meselesi hakkında Mustafa Suphi Yoldaş tarafından komisyona verilip kabul edilen kararlar :
'Bunun ancak bir sureti halli vardır. Bu meseleyi meydana çıkaran burjuvazinin yıkılması, sınıfi ve siyasi tahakkümün mahvı ve Türkiye'de İçtimai inkılabın inkişafı ve şura hükümetinin kurulması! Yaşasın (s.49) müstakil Türkiye Sosyalist Şuralar Hükümeti!" (Alkışlar)
"Bunu müteakiben Kırım ülke komitesi azası Kiremitçi, Erzurum delegesi Cevat, İsmail Hakkı ve Selim Mithat yoldaşlar söz alarak milliyetçilerin, şovenistlerin, kapitalistlerin, cihangirlerin, devletçilerin Şark'ta muhtelif milletler arasında vücuda getirdikleri husumeti bir kat daha izah ettiler. Badehu Mustafa Suphi Yoldaş'ın Müstemlekat ve Milliyetler Meselesi hakkındaki mütalaaları tevhiden vaki olan beyanatı alkışlarla karşılanmış ve bu beyanatın karar halinde program komisyonuna arzı kararlaştırılmıştır. Müstemlekat ve Milliyetler meselesi hakkında Mustafa Suphi Yoldaş tarafından komisyona verilip kabul edilen kararlar :
1. Müstemleke
bugünkü haliyle istilacılık devrini geçiren sanayi, mali ve ticari
inhisarcılığın zaruri bir mahsulü olduğu gibi, milli niza ve kıtaller de
halihazır şerait-i iktisadiye ve siyasiyesinden çıkan birer hailedir. Heyeti
içtimaiyenin mukadderatı zenginliğe istinat eden sermayedarlardan, fütühatçılık
ve yağmakarlıkla ihrazı şöhret ve hükümet eden emaret ve hükümetlerle bunlara
satılmış bir avuç zabit ve memurinden ibaret bir sınıfı ekalliyet elinde
kaldıkça bu felaketlere nihayet vermek imkanı yoktur.
2. Burjuvazi
arasında kurulan hükümetler fert ve milletlere ait musavat ve adalete dair
birçok bahislerde bulundukları halde, tarihin bize arz ettiği feci hadiseler, hele
son Avrupa harbinden sonra kararlaşan Versay muahedesinin mağlup ve zayıf
millet memleketleri kısım kısım esir ve müstemleke haline getirmeye teşebbüs
yolunda meydana çıkan neticeleri pekala gösteriyor ki adalet ve müsavata ait bu
şiarlar yalancı bir nümayiş olmaktan başka bir mahiyet kazanmamıştır.
3. Demek
oluyor ki sermayedarlar, hükümdar ve sultanlardan mürekkep (s.50) hiç
hükmündeki bir ekalliyetin beşerin ekseriyeti azimesini teşkil eden zayıf ve
fakir işçi sınıflara zulm ve tegallübü suretinde mütecelli bu cihanşumül
beliyenin izalesi ancak sınıf farkını ortadan kaldırarak, yeryüzünde hakim ve
mahkum, zalim ve mazlum fertler, millet ve devletlerin hükmünü bırakmayacak bir
inkılabı azimin vukuu tahakkuku ile hasıl olabilecektir.
4. Bütün
dünya amele ve rençberleri arasında hadis olan bu mahiyetteki içtimai
inkılapta, şimdiye kadar başka devlet ve milletler hükmü altında veya
müstemleke halinde yaşayan millet ve memleketler amele rençber sınıfının milli
ve medeni metabiline karşı hakim vaziyetteki millet proletaryası tarafından
fedakarlıkta bulunarak mazlum milletler arasında tenevvür ve temeddünün
inkişafına hadim olacak medeniyatkar milli müessesata kuvvet vermeli ve bu
suretle onların da samimi olarak inkılaba müzaheretle, bu umumiyetle
sermayedarlar idaresine karşı sınıfi mübareze hissinin işçi halk içinde
derinleşmesine ait mesaide bulunmalı ve herhalde teşkilatın
istiklalini muhafaza etmelidir."
(Doç. Dr. Mete Tunçay, Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler, s.89, 90, 91.,
Belge Yayınları, Birinci
Baskı: Haziran 1982
"Fırkamız Türk amele ve rençberlerini müteassıp İttihad ve İtilafçılar
veya hain Sosyalistler tesiri altından kurtarmaya ne derece mecbur ise, Türkiye'de
yaşayan Rum, Ermeni, Kürt milletlerinin mağdur sınıflarını da Etniki Eterya, Taşnak
ve Bedirhan teşkilatlarından ayırarak menfaat ve maksadı müttehid bir sınıf
halinde hem dahili tufeylilere, hem de istilacı harici kuvvetlere karşı
birleştirip ayaklandırmak vazifesiyle mahmuldur." Aynı eser, s.101
1920'nin Türkiye Komünist
Partisi böyle diyor, ancak bugünün Sahte TKP'si ve yakın dostu Perinçekler Kürt ve Ermeni düşmanlığı konusunda sahte
ulusalcı gerçek derin devleçilikte birleşerek ulusal düşmanlık yayıyorlar. İttihat
Terakki'yi de yerden yere vuran Mustafa Suphi TKP'sine rağmen sahte kürt, gerçek türkçü, derin
unsur Perinçek'e midesinden bağlı Bedri Gültekin bunların tam tersini savunuyor. Hainlik bunun
gırtlağını da aşmış, ağzından salyalar halinde akıyor.
Tekrar Mustafa Suphi'ye dönelim ve "Federasyon Hakkında ne düşündüğünü
görelim:
"Edilen
itirazlar üzerine Suphi
Yoldaş izahat vererek 'federasyon' kelimesinden ne
kastedildiğini anlattı. Büyük bir federasyon içindeki küçük cumhuriyetlerin
devletten ayrılmadıklarını, bahusus sosyalist esasta kurulmuş hükümetlerde
bunların idare işlerinde her vakit siyaset-i iktisadiye cihetinden müttehit bir
şekil, teşkil ettiklerini, bundan asla korkmamak gerektiğini söyledi." Age, s.114
"Biz
eski kafamızdan ayrılmayacak olursak, bizim kanunlarımız burjuvazi hükümetinin
kanunlarından farksız olur. Yoldaşlar, hudut, bayrak, padişah, bunlar beşerin
zararını doğuran batıl şeylerdir." Age., s.115
Mustafa Suphi burjuvazinin bayrağı hakkında ne diyor. Derin Perinçek ise TC devletinin bayrağı altında "Öküze
özenen kurbağa” misali şişine şişine yürüyor.
Yine Mustafa Suphi'ye kulak verelim:
"Her millet gibi Araplar, Kürtler, Bulgarlar da ne surette
yaşayacaklarını kendileri takdir ve tayin edeceklerdir. Federasyonu Rusya kabul
ettiği gibi biz de kabul etmeliyiz. Bu prensibi yalnız biz değil, bütün
milletler kabul etmelidir. Ancak bu prensip sayesindedir ki beşeriyet vasi bir aile
halini alabilecektir." Age,
s. 115
"7- TKF
(Türkiye Komünist Partisi TB.) muhtelif milletlere mensup inkılapçı amele ve
rençber sınıfları arasındaki eski düşmanlıkları kaldırmak için aşağıdaki en
kati çarelere girişir
(elif) Dil
ve harf noktai nazarından her milletin tam hürriyetini temin ve bu itibarla bir
veya diğer millete mahsus olan her türlü imtiyazları ilda eder.
(be) TKF
hükümet teşkilatında muhtelif milletlere mensup amele, rençber şuralar cumhuriyeti
teşkilini kabul ve 'hür milletlerin hür ittihadı' esasında olmak üzere
federasyon usulünü tercih eder.
(pe) Fırka
amele ve rençber sınıfları da tamamen ayrı ve müstakil yaşamak cereyanlarına
kapılmış olan milletlerin arasında kanlı nizalar çıkmasına yer vermemek için bu
gibi meselelerin 2 plebisit' usulüyle: Umumi reye müracaatla halline delalet
eder. (Age, s.143 -144)
TKP, Bürokrat Burjuva Kemal'e Karşı
"Arkadaşlar
biz komünistlerin Anadolu köylüsünün son varını da Avrupa kapitalistleri
arasında pazarlığa çıkaran nasyonalist hareketle (burjuva Kemal'in Milliyetçi
hareketi kastediliyor. TB.) hiçbir alakamız yoktur ve olamaz. Ve esasen bundan
bir buçuk sene evvel pek kıymettar ve yerlerini uzun müddet dolduramayacağımız
yoldaşlarımız, Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve Hilmioğlu Hakkı'nın ve
beraberlerinde bulunan 15 arkadaşlarının caniyane bir tarzda katlinden dolayı
milliyetçileri hiç bir zaman affedemeyiz." (Adı geçen eser, s.268)
TKP, İttihatçılara da Karşıdır
Artık milliyetçilikte sınır
tanımayan derin Perinçek ve hempaları İttihatçıların eteklerini öpecek hale
geldiler. Perinçek'e midesinden bağlı hempa Ferit İlsever'e "Talat
Paşa Komitesi" kurdurdular. Oysa 1976 ve 1977'deki İzmir Mem-Der'deki
toplantılarda Mustafa Kemal Çamkıran her konuyu A'dan Z'ye anlatırken Ferit İlsever'in ağzını bıçak açmıyordu. Çünkü düzeysizdi ve
yeteneksizdi ancak "Evet efendimciydi" Bugün komite yönetiyor beni
güldürmeyin beyler !!! Biz tekrar TKP'nin İttihatçılara dair neler
söylediklerine bakalım.
"İttihat ve Terakki ' 10 Temmuz'
inkılabını yaparak Abdülmamit'i devirmiş, yerine Meşrutiyet'i ilan etmiş ise de
işçi ve köylü sırtında kırbaç sallayan hükümetin biri yıkılıp yerine diğeri
kaim olduğundan fakir halkın ahvalinde hiçbir salah görülmeyip, belki, mazlum
kitleler sürüklendikleri maksatsız muharebelerle eskisinden daha zalim, daha
katil bir idarenin biaman pençesinde tamam on sene inlemiş durmuşlardır...
"Bu
kurnaz İttihatçılar sırf mevkilerini tahkim için inkılabın ilk
günlerinde papa
ile hocayı, işçi ile köylüyü, fakir ile zengini elele gezdirip halkın
gözünü bu
suretle boyadıktan, kabinelerini komiteci tabir ettikleri bir takım
seçme cani
ve katillerden teşkil ettikten sonra gemi azıya alıp mevkii iktidarı
layüsel ve
amma yef'al sanarak vur abalıya düsturuyla hareket etmekten ve bu
suretle
Türkiye emekçileri sinesinde sağılmaz yaralar açmaktan utanmamışlardır.
Devre-i
saltanatlarının ilk gününden başlayarak memleketi birer birer
parçalamaya,
mesela; Girit'i Yunanistan'a, Bosna Hersek'i Avusturya'ya, nihayet
bütün Rumeli'ni Balkan devletlerine, Trablus'u İtalya'ya, Suriye,
Irak, Arabistan'ın elimizden çıkmasına, ayrıca içimizde bıraktıkları
(Pantürkizm,
Panturanizm) cereyanlarıyla da Kürdistan'da, Arabistan'da, Arnavutluk'ta
kardeşi kardeşe kırdıran muharebeler, Balkan hezimetleri; nihayet bütün
bunlar
kafi değilmiş gibi en sonra da Alman emperyalizmini müdaafa için
sürüklendiğimiz Cihan Harbi hep bu sergerdelerin birer eser-i
hıyanetidir.
"Daha
dün bunlardan birinin, Harbiye Nazırları Enver'in Sarıkamış'ta yaptırdığı bir
gece baskınında perşanisine sebebiyet verdiği (29) fırka-yı askeriyemize
mukabil düşmanın ancak iki bölük piyadesiyle (s.5) dört mitralyözünü hattı
harpten hariç kılabildiği; yahut da Ruslar Sivas'ı, İngiliz ve Fransızlar
Boğaz'ı zorladıkları zaman yine bu serserinin en güzide Türk emekçilerini
Galiçya ve Karpat'larda Alman safları önünde mahvettiğini düşündüğümüz ve şimdi
de bunların Bolşevik maskesi giyerek tekrar memlekete girmek istediklerini
düşündüğümüz zaman, doğrusu bu heriflerin yalnız bu memleketin mikrobu
olduklarını, binaenaleyh başka yerlerde barınmaları ihtimali olmadığına cidden
inanıyoruz.
"İşte
düne kadar devam edip işçi ve köylü kanlarıyla oynadıkları için nasiyelerinde
zalim ve mürteci damgası taşıyan bu idareler yerine bugün ondan daha bir adili (!)
kaim olsa idi... Eskilerin iğrenç hallerine siyah bir perde çeker ve belki mazi
der geçerdik... Ve sefa ki zaman zaman onları tenkitten kendilerini alamayan
bugünkülerin idaresi de işçi ve köylü halka yumruk sallamakta dünkülerden geri
kalmadığı zirdeki tafsilattan anlaşılacağından esasen -bizim halasımızı bizden
başka hiç kimsenin arzu etmediğini işçi ve köylülerimize burada bir daha tekrar
ile- şimdi bu yenisinin nasıl kurulduğuna, işçi ve köylü halkın refah ve saadeti
namına ne gibi hayrat ve hasenatta (!) bulunduğuna gelelim.
"Mondros Mütarekesi Cihan Harbi'ndeki mağlubiyetimizin ağır ve acı
neticesini halkımızın suratına bir lanet yaftası şeklinde yapıştırdığı vakit
yukarıda evsafını biraz zikrettiğimiz İttihatçılar, kendilerine ait olmayan bu
mağlubiyeti Türk emekçilerine bırakarak -yangından mal kaçırır gibi-
çantalarına yerleştirdikleri milletin son servetiyle memalik-i ecnebiyeye
taşınmışlardı. Bu vatansızlar, dahil oldukları ecnebi payitahtlarında birkaç
sene evvel terkettikleri metresleriyle hararetli buseler teati ederlerken, henüz
cenazelerinin başında yığılıp ağlaşan Türk halkı felaketinin esbabını evvela
anlamıyor, hakiki düşmanının kim ve nerede olduğunu (s.6) bir türlü
bulamıyordu." Adı geçen eser. s.166 -167
*** --- ***
ÜÇÜNCÜ DÜNYA:
Devrimlerin Zayıf Halkası (7)
Ulus Nedir?
Ulusun tarih sahnesine çıkabilmesi, bazı unsurların belirginleşmesini ve bir süreçte aynı anda yer almasını gerektiriyordu.
Bu unsurlar nelerdi? Elbette onlar dil, tarih, toprak, kültür ve pazar birliğiydi. Bu unsurlar, ulusu oluşturan temel ölçütlerdir. Bu unsurlardan herhangi biri dahi eksik olsa bu topluluk ulus olarak adlandırılamaz.
Ulusun tarihsel bir kategori olduğunu özellikle belirtmeliyiz. Çünkü o ezelden beri varolmamıştır. Doğumu, kapitalizmin doğumuna denk düşer; ne zaman ki kapitalist anlamda meta üretimi belirmiş, işte o zaman ulus tarihin toprağına tohum olarak düşmüştür. Ulıs ne zaman ulus olmaktan çıkar? Ne zaman ki, kollektivist sosyalist rejim yani sınıfsız toplum ya da "Bütün Halkın Devleti" kurulmuştur. O zaman ulus da ortadan kalkmıştır. Çünkü o zaman ulusun ezen ve ezilen kanatları, yoksul ve zengin, işbirlikçi ve yurtsever, gerici ve devrimci, müslüman ve materyalist karşıtlığı ortadan kalkmıştır. Ulus artık sınıfsız ve ari ve temiz, yüce bir ırk olarak tarih sahnesine çıkar. Ulus kirinden, pasından, ihanetinden arınmış bir "saf" ırktır.
Ulus adı verilen bu olgu tarihte ilk kez Avrupa'da boy atmıştır. Çünkü Avrupa özellikle Fransa ve İngiltere kapitalizmin beşiğidir.
Maddi olan manevi olanı belirlemiştir. Maddi olan meta ekonomisidir, kapitalist anlamda meta ekonomisi. Manevi olan ise ulus kategorisidir. Bu nedenle ulus kategorisi hayali ya da uyduruk değildir. Tarihi materyalist anlamda bilimsel içerikle donanmış bir kategoridir.
Ulus, daha doğuşundan itibaren kendini koruyacak olan zırha muhtaçtı. Bu zırh onu feodal barbarlıktan koruyacak önemli bir araçtı. Aynı zamanda bu zırh onu diğer uluslardan koruyacak olan önemli bir araçtı. Bu araç (devlet) feodal üretim ilişkilerini tarihten silmede, feodal üstyapıyı tarihten silmede ve yerine kendine uygun düşeni ikame etmede önemli bir rol oynayacak ve de özellikle emperyalizm döneminde ulusların, ezen uluslar ve ezilen uluslar olarak ikiye ayrılmasıyla ezilen uluslara karşı son derece örgütlenmiş bir cihazdı. İşte bu cihaz burjuva devlet mekanizmasından başka bir şey değildi.
Ulus, halk kategorisinden daha geniş kapsamlıdır. Hem halkı hem de egemen sınıfları içinde barındırır. Ve de, ezilen bir ulusta emperyalizmin işbirlikçisi durumunda bulunan komprador burjuvazi ile yine işbirlikçi karakterdeki büyük bürokrat burjuvazi de ulus içinde yer alır. Ancak onlar ulusal hainler durumundadırlar. Onlar kaderlerini tamamen yabancı emperyalizm ile birleştirmişlerdir. Ayrıca siyasi akım olarak İslamiyetin ve ırkçılığın temsilcileri de ulus kategorisinde yer alır. İslamiyet ezen sınıfların elinde bir araç olarak kullanılan bir akım durumunda olduğu gibi ulus öncesi toplumu (ümmet toplumu ) geri getirmeyi hedefleyen kapsamlı bir ideolojik-siyasi çizgidir ki bu çizgi "ilahi" kisveye bürünmüştür. Savunucusu, önderi olanlar ise "peygamber", "resul", "elçi"olarak adlandırılagelen gerici şahıslardır. İslamiyet ulusu reddeder, ancak Arap ulusunu reddetmez, diğer islamlaştırılmış ulusları da Araplaştırmayı esas alır. Kuran'ın Türkçe'ye çevirisine dahi karşı çıkmışlardır. Ezan'ın Türkçe okunmasına büyük öfke duymuşlardır. Bütün doğan çocuklara Arap veya Yahudi adı olduğu halde Arapçalaştırılmış adları koymakta ısrar etmektedirler. Bunların tercihleri İsa, Musa, Muhammet, Mustafa, Ali, Ekrem, Bekir, Osman, Ömer, Davut, İbrahim, Abdullah, Ayşe, Fatma, Hatice, Yusuf, Emine, Şükrü, Ramazan, Necmettin, Süleyman, Recep, Şaban gibi adlardır. İslamiyet ulusu reddeder, onun yerine ümmeti koyar, ümmet onun terminolojisinde İslamı kabul etmiş olan kitledir. O da bu kitle dışında bir kitle kavramını kabul etmez, reddeder. Her ne kadar ABD patentli ve kullanımlı TÜRK-İSLAM sentezinin varlığı sözkonusu olsa da burada amaç anti-sol, anti-devrimci, anti-komünist bir siyasal çizgi ve eylemlerdir. Irk da, ulusallıkla hiç bir bağı olmayan biyolojik kökenli bir kavramdır. Toplumsal yönü yoktur. Ancak çarpıtılarak politikleştirilmiş ve ortaya bir Hitler, bir Mussolini, Bir Nihal Atsız, bir Reha Oğuz Türkkan, bir Alpaslan Türkeş çıkmıştır.
Ulusun tarih sahnesine çıkabilmesi, bazı unsurların belirginleşmesini ve bir süreçte aynı anda yer almasını gerektiriyordu.
Bu unsurlar nelerdi? Elbette onlar dil, tarih, toprak, kültür ve pazar birliğiydi. Bu unsurlar, ulusu oluşturan temel ölçütlerdir. Bu unsurlardan herhangi biri dahi eksik olsa bu topluluk ulus olarak adlandırılamaz.
Ulusun tarihsel bir kategori olduğunu özellikle belirtmeliyiz. Çünkü o ezelden beri varolmamıştır. Doğumu, kapitalizmin doğumuna denk düşer; ne zaman ki kapitalist anlamda meta üretimi belirmiş, işte o zaman ulus tarihin toprağına tohum olarak düşmüştür. Ulıs ne zaman ulus olmaktan çıkar? Ne zaman ki, kollektivist sosyalist rejim yani sınıfsız toplum ya da "Bütün Halkın Devleti" kurulmuştur. O zaman ulus da ortadan kalkmıştır. Çünkü o zaman ulusun ezen ve ezilen kanatları, yoksul ve zengin, işbirlikçi ve yurtsever, gerici ve devrimci, müslüman ve materyalist karşıtlığı ortadan kalkmıştır. Ulus artık sınıfsız ve ari ve temiz, yüce bir ırk olarak tarih sahnesine çıkar. Ulus kirinden, pasından, ihanetinden arınmış bir "saf" ırktır.
Ulus adı verilen bu olgu tarihte ilk kez Avrupa'da boy atmıştır. Çünkü Avrupa özellikle Fransa ve İngiltere kapitalizmin beşiğidir.
Maddi olan manevi olanı belirlemiştir. Maddi olan meta ekonomisidir, kapitalist anlamda meta ekonomisi. Manevi olan ise ulus kategorisidir. Bu nedenle ulus kategorisi hayali ya da uyduruk değildir. Tarihi materyalist anlamda bilimsel içerikle donanmış bir kategoridir.
Ulus, daha doğuşundan itibaren kendini koruyacak olan zırha muhtaçtı. Bu zırh onu feodal barbarlıktan koruyacak önemli bir araçtı. Aynı zamanda bu zırh onu diğer uluslardan koruyacak olan önemli bir araçtı. Bu araç (devlet) feodal üretim ilişkilerini tarihten silmede, feodal üstyapıyı tarihten silmede ve yerine kendine uygun düşeni ikame etmede önemli bir rol oynayacak ve de özellikle emperyalizm döneminde ulusların, ezen uluslar ve ezilen uluslar olarak ikiye ayrılmasıyla ezilen uluslara karşı son derece örgütlenmiş bir cihazdı. İşte bu cihaz burjuva devlet mekanizmasından başka bir şey değildi.
Ulus, halk kategorisinden daha geniş kapsamlıdır. Hem halkı hem de egemen sınıfları içinde barındırır. Ve de, ezilen bir ulusta emperyalizmin işbirlikçisi durumunda bulunan komprador burjuvazi ile yine işbirlikçi karakterdeki büyük bürokrat burjuvazi de ulus içinde yer alır. Ancak onlar ulusal hainler durumundadırlar. Onlar kaderlerini tamamen yabancı emperyalizm ile birleştirmişlerdir. Ayrıca siyasi akım olarak İslamiyetin ve ırkçılığın temsilcileri de ulus kategorisinde yer alır. İslamiyet ezen sınıfların elinde bir araç olarak kullanılan bir akım durumunda olduğu gibi ulus öncesi toplumu (ümmet toplumu ) geri getirmeyi hedefleyen kapsamlı bir ideolojik-siyasi çizgidir ki bu çizgi "ilahi" kisveye bürünmüştür. Savunucusu, önderi olanlar ise "peygamber", "resul", "elçi"olarak adlandırılagelen gerici şahıslardır. İslamiyet ulusu reddeder, ancak Arap ulusunu reddetmez, diğer islamlaştırılmış ulusları da Araplaştırmayı esas alır. Kuran'ın Türkçe'ye çevirisine dahi karşı çıkmışlardır. Ezan'ın Türkçe okunmasına büyük öfke duymuşlardır. Bütün doğan çocuklara Arap veya Yahudi adı olduğu halde Arapçalaştırılmış adları koymakta ısrar etmektedirler. Bunların tercihleri İsa, Musa, Muhammet, Mustafa, Ali, Ekrem, Bekir, Osman, Ömer, Davut, İbrahim, Abdullah, Ayşe, Fatma, Hatice, Yusuf, Emine, Şükrü, Ramazan, Necmettin, Süleyman, Recep, Şaban gibi adlardır. İslamiyet ulusu reddeder, onun yerine ümmeti koyar, ümmet onun terminolojisinde İslamı kabul etmiş olan kitledir. O da bu kitle dışında bir kitle kavramını kabul etmez, reddeder. Her ne kadar ABD patentli ve kullanımlı TÜRK-İSLAM sentezinin varlığı sözkonusu olsa da burada amaç anti-sol, anti-devrimci, anti-komünist bir siyasal çizgi ve eylemlerdir. Irk da, ulusallıkla hiç bir bağı olmayan biyolojik kökenli bir kavramdır. Toplumsal yönü yoktur. Ancak çarpıtılarak politikleştirilmiş ve ortaya bir Hitler, bir Mussolini, Bir Nihal Atsız, bir Reha Oğuz Türkkan, bir Alpaslan Türkeş çıkmıştır.
Partinin
Tavrı
Bir komünist partisinin ulusal
sorun karşısındaki tutumu, bu sorunu parti programına koymayı gerektirecek
derecede önemlidir.
Ulusal sorun, oldukça kapsamlı
ve derinlikli bir tablo sunar. Bu bakımdan parti programında ulusların
kaderlerini tayin hakkı olarak yer alması gerekmektedir. Ancak, marksistlerin bunu programına koyması
da ulusal sorunun çözümünü kendi tekeline aldığını göstermez. Ulusal sorunun
gerçek ve en esaslı çözümü ezilen ulusun komünist ya da mevcut en ileri
partisinin teorik ve pratik tavrına bağlıdır. Özellikle bu çok uluslu ezilen
ülkelerde daha büyük öneme sahiptir. Çok uluslu ezilen ülkelerdeki hakim ulus, egemen
ulus ikili bir karakter taşır. Bu egemen ulus, hem emperyalizm tarafından
ezilen ulus durumuna getirilmiştir, hem de bizzat kendisi ülkedeki diğer ulus
ya da ulusları ya da etnik toplulukları ezen durumdadır. Bu durumda yabancı
emperyalizm tarafından ezilen ulusun partisi ikili bir tavra sahip sahip olmak
durumundadır. Birincisi yabancı emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı
ulusal kurtuluş tavrına; ikincisi kendi egemen ulusuna karşı ulusların kendi
kaderlerini kendilerinin tayin hakkı bayrağını kaldırarak ezilen ulusun
özellikle kendisi için ayrı bir bayrak açmasını savunarak, eğer ayrı bir bayrak
açmış ise o bayrağı savunarak ve destekleyerek parti tavrını göstermiş olur.
Sorunun
Ele Alınışı
Marksizm, herhangi bir sorunu
ele alırken, onu, asla zaman ve mekan dışında, tarihsel koşullardan bağımsız
olarak ele almaz. Bu özelliği onun canlı ve gelişmeye açık, dogmalara kapalı, ütopik değil bilimsel
olduğunun kanıtıdır.
Durum ulusal sorunun ele
alınışında da böyledir. Buna bağlı olarak, ulusal sorun iki farklı tarihsel
süreçte ele alınmıştır.
Birinci süreç; Birinci
emperyalist paylaşım savaşı öncesine rastlar. O dönemde ulusal sorun ya da onun
en önemli kısmını oluşturan ulusların kaderlerini tayin hakkı sorunsalı henüz
dünya çapında bir sorun olarak ele alınamazdı. Nedeni şudur: Dünya çapında
hüküm sürmekte olan akım burjuva demokratik devrim akımıdır. O dönemde henüz
uluslar kesinkes ezen ve ezilen uluslar olarak iki büyük kampa ayrılmamıştı. Ve
buna bağlı olarak en önemli neden ise proletaryanın önderlik ettiği işçi-köylü
ittifakına dayanan Büyük Ekim Devrimi daha henüz gerçekleşmemişti. Yani
proletarya önderlikli sosyalist devrimler dönemi henüz açılmamıştır. Ve daha o
zamanlar -1905 ve devamı- devrimin
fırtına merkezi daha Avrupa'dan yeni yeni Asya'nın sömürgelerine kaymaktaydı. Bu
nedenlerden dolayıdır ki ulusal kurtuluş mücadeleleri dünya proleter devriminin
bir parçası değil, dünya burjuva demokratik devriminin bir parçası
durumundadır.
Konuyu geçmişe uzanışı içinde
görelim. Siyasetin kaynağı iktisatta yatar. İktisadi bir sorun yoksa siyasi bir
sorun da yoktur. Öyleyse sorunun iktisadi kaynağı nerededir? Tekelci kapitalizm
yani emperyalizm öncesi dönemde doğan ve gürbüzleşen serbest rekabetçi
kapitalizmin ayak bağı olan feodalizmi altetmesi gerekiyordu. Meta üretimini
yaygınlaştırmak ve esas hale getirmek, yurt içi pazara egemen olmak burjuvazi
için vazgeçilmez ve kaçınılmaz bir tarihsel görevi ifade ediyordu. Bunun yolu
ise feodal prenslikleri, derebeyliklerini, feodal devleti yıkıp, yerine burjuva
ulusal devleti kurmaktı. Serbest rekabetçi kapitalist dönemin, tipik, normal
devleti olan bu tür ulusal devlet dil, pazar, toprak, kültür birliğini şart
koşuyordu.
Burjuva demokratik devrimler
döneminde, ulusal soruna ilişkin ilk tutuma Marks'ın 1848'de Polonya ve Çek ulusal
hareketlerini, Engels'in 1315'deki Morgarten Savaşı'nı değerlendirmelerinde
rastlanır.
Ulusların kendi kaderlerini
tayin hakkı 1896 Londra Uluslararası Kongresi kararında da ele alınmıştır.
"Bu kararda şöyle
denmektedir.
'Kongre, bütün
ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını tam olarak desteklediğini beyan
eder ve şu anda askeri, ulusal ya da başka biçimdeki despotlukların boyunduruğu
altında acı çeken bütün ülkelerin işçilerine sempatisini ifade eder; Kongre,
bütün bu ülkelerin işçilerini, dünyanın sınıf bilinçli işçilerinin saflarına
katılmaya ve bunlarla uluslararası kapitalizmin yenilgiye uğratılması için omuz
omuza savaşmaya çağırır."
Lenin bu
karara ilişkin şöyle der:
"Ama
bu 20. yüzyılın başında, Enternasyonal ulusların kendi siyasal kaderlerini
tayin etme ilkesini, ya da ayrılma hakkını Doğu Avrupa ve Asya için gereksiz
saymalı mı demekti? Bu büyük bir saçmalık olurdu ve (teorik bakımdan) Türk, Rus
ve Çin devletlerindeki burjuva demokratik dönüşümün tamamlanmış olduğunu kabul
etme anlamını taşıyan bir davranış olurdu ve (etkisi bakımından) despotizmin
yararına, oportünistçe bir tutumu benimsemek olurdu.
"Hayır,
Doğu Avrupa'da ve Asya'da belirmeye başlayan burjuva demokratik devrimler
döneminde, ulusal hareketlerin uyanması ve yoğunlaşması döneminde, bağımsız
proleter partilerin kurulması döneminde, bu partilerin ulusal sorun konusundaki
görevleri iki yönlü olmalıdır: birincisi, bütün ulusların kendi kaderlerini
tayin etme hakkını tanımak, çünkü burjuva demokratik devrim henüz
gerçekleşmemiştir, çünkü işçi sınıfı demokrasisi tutarlı olarak, ciddiyetle ve
içtenlikle (liberal Kokoşkin tarzında değil) ulusların eşit hakları için
savaşır ve ikincisi, belirli bir devlet içinde, tarihin geçirdiği bütün
değişmeler boyunca, burjuvazinin birey olarak devletlerin sınırlarında meydana
getirdiği değişiklikler ne olursa olsun, bütün ulusların proleterlerinin sınıf
savaşımında en sıkı ve bölünmez ittifakı gerçekleştirmek için savaşım verir.
"1896
Enternasyonal'inin kararının formüle ettiği proletaryanın bu iki yönlü
görevinin ta kendisidir. Ve 1913 yazında toplanan Rus Marksistleri kongresinde
kabul edilen kararın dayandığı temel ilkeler bunlardır." (1)
Lenin'in Doğu Avrupa ve Asya'de hüküm süren, o dönemin
burjuva demokratik devrimleri ile bağlantılı olan ulusların kendi kaderlerini
tayin hakkı sorunundaki tavrı böyle iken, aynı tavrın Batı Avrupa için geçerli
olamayacağını görüyoruz.
Çünkü....
"Batı'da Avrupa kıtasında,
burjuva demokratik devrimler dönemi, belirli bir zaman süresi içine girer;
yaklaşık olarak 1789'dan 1871'e kadar. Bu dönem ulusal hareketler dönemi ve
ulusal devletlerin kurulması dönemidir. Bu dönem sona erdiği zaman, Batı
Avrupa, genel kural olarak, aynı ulusu içeren kararlı burjuva devletler sistemi
haline geldi. Bu nedenle bugünkü Avrupa'nın sosyalistlerinin programında, ulusların
kendi kaderlerini tayin hakkını aramak, Marksizmin alfabesini bile bilmediğini
açığa vurmaktır." (2)
Lenin, Parti programına niçin
ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını koyduklarını ise şöyle açıklar. Bu
önemli pasajda dikkat edilmesi gereken, kayda değer özellikler bulunmaktadır.
a) Olgu dünya çapındadır.
b) Olgunun niteliğinin burjuva demokratik ulusal
hareketler oluşudur.
c) Olgu, Rusya ve komşu ülkelerin bir tarihsel
süreçten geçmekte olduklarına işaret eder.
d) Olgunun siyasal içeriği aynı ulustan oluşan
bağımsız devletler kurmaktan ibarettir.
Şimdi sözkonusu pasajı görelim.
"Doğu Avrupa'da ve Asya'da
burjuva demokratik devrimler dönemi, ancak 1905'te başladı. Rusya'da, İran'da, Türkiye'de
ve Çin'deki devrimler, Balkan Savaşları - İşte 'Doğumuzdaki, b i z i m dönemimizin dünya ölçüsündeki olaylar zinciri
böyledir. Ve ancak, kör olanlar, bu olaylar zincirinde, aynı ulustan oluşan
bağımsız devletler kurma yolunda çaba gösteren, b i r d i z i burjuva
demokratik ulusal hareketlerin uyanışını göremezler. İşte özellikle Rusya ve
ona komşu olan ülkeler, bu dönemden geçmekte oldukları içindir ki,
programımıza, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı ile ilgili bir madde
koymak zorundayız." (3)
İkinci süreç, emperyalizm ve
proleter devrimleri çağının başlamasıyla yeni bir kapsama ve iç karaktere
sahiptir. Bu dönemin ulusal sorunu ile kapitalizm ve burjuva demokratik
devrimleri döneminin ulusal sorununu Stalin şöyle ayırdeder:
"Son yirmi yıl içinde
ulusal sorun çok önemli bir takım değişiklerden geçti. İkinci Enternasyonal
dönemindeki ulusal sorun ile Leninizm dönemindeki ulusal sorun aynı şey
değildir. Tam tersine, bu iki dönemin ulusal sorunu, yalnız kapsamları
bakımından değil, iç karakterleri bakımından da derin farklar gösterir.
"Eskiden ulusal sorun,
genellikle başlıca 'uygar' ulusları ilgilendiren dar bir sorunlar çemberi
içinde kalırdı." (4)
"Eskiden, ulusların, kendi
kaderlerini tayin etme hakkına sahip olmaları ilkesi, genellikle yanlış
yorumlanırdı; bu ilkenin ulusların özerklik hakları derekesine düşürüldüğüne
sık sık tanık olunurdu." (5)
"Eskiden ulusal sorun,
reformist bir görüş açısından ayrı, bağımsız bir sorun olarak sermayenin
iktidarı, emperyalizmin devrilmesi, proletarya devrimi genel sorununa
bağlanmadan dikkate alınırdı." (6)
"Bugün, ulusal sorundaki
bu ikiliğe ve kararsızlığa artık son verildiğini söyleyebiliriz. Leninizm, bu
açık uygunsuzluğun maskesini düşürmüştür, beyazı siyahtan, Avrupalıyı Asyalıdan
emperyalizmin 'uygar' kölesini 'uygar olmayan' kölesinden ayıran
duvarı yıkmış ve böylece ulusal sorun, özel bir sorun, devletin bir iç sorunu
olmaktan çıkarak, uluslararası genel bir sorun haline, bağımlı ülkelerin ve
sömürgelerin ezilen halklarının emperyalizmin boyunduruğundan kurtarılması
genel sorunu haline gelmiştir." (7)
"Böylece ezilen ulus
sorunu, ezilen uluslara, emperyalizme karşı, ulusların gerçek eşitliği uğruna,
bağımsız devlet olarak varlıkları uğruna savaşımlarında destek, gerçek ve
sürekli yardım sorunu haline geldi." (8)
*** --- ***
ÜÇÜNCÜ DÜNYA:
Devrimlerin Zayıf Halkası
(8)
Ulusal
Hareket ve Destek
Marksizmin bu konudaki tavrı açık seçik ortadadır. Destek tavrı, emperyalizme indirilen tavra bağlanmıştır. Ve ulusal hareket bu yönünden dolayı proleter dünya devriminin bir parçası, siyasi mevzilenme olarak da proletaryanın yedek gücü olarak görülmektedir.
Ulusal hareketin desteklenip desteklenmemesi konusunda Stalin şunları öğretir.
"Desteklenmesi söz konusu olan ulusal hareketler, emperyalizmi devam ettiren ve sağlamlaştıran hareketler değil, emperyalizmi zayıflatan ve devrilmesini kolaylaştıran hareketlerdir.
"Emperyalist baskı koşulları içinde ulusal hareketlerin devrimci niteliği, harekette kesinkes proleter unsurların varlığını, hareketin demokratik bir temelinin varlığını gerektirmez. Afgan emirinin Afaganistan'ın bağımsızlığı için savaşımı, emirin ve yandaşlarının kraliyetçi niteliğine rağmen, nesnel olarak devrimci bir savaşımdır; çünkü bu savaşım emperyalizmi zayıflatır ve baltalar. Oysa emperyalist savaş sırasında, örneğin Kerenski ve Çereteli, Renaudel ile Scheidemann, Çernov ve Dan, Henderson ve Cleynes gibi dehşetli demokratların 'sosyalist'lerin, 'devrimci'lerin ve cumhuriyetçilerin savaşımı gerici bir savaşımdı, çünkü bu savaşımın amacı emperyalizmi maskelemek, sağlamlaştırmak ve muzaffer kılmaktı. Aynı nedenlerle Mısırlı tüccarların ve burjuva aydınların Mısır'ın bağımsızlığı için savaşımı, Mısır ulusal hareketinin önderliğinin burjuva kökenine ve burjuva niteliğine karşın, nesnel olarak devrimci bir savaşımdır. Oysa İngiliz İşçi Hükümeti'nin Mısır'ın bağımlı durumunu sürdürmek için savaşımı, bu hükümet üyelerinin proleter niteliğine ve proleter kökenine, sosyalizm 'uğruna' olmalarına karşın gerici bir savaşımdır. Hindistan gibi, Çin gibi kurtuluş yolunda her adımları biçimsel demokrasinin, gereklerine uymasa bile, emperyalizme indirilen bir şahmerdan darbesi olan, yani hiç kuşkusuz devrimci bir adım olan daha büyük sömürge ve bağımlı ülkelerin ulusal hareketinden söz bile etmiyorum." (9)
Marksizmin bu konudaki tavrı açık seçik ortadadır. Destek tavrı, emperyalizme indirilen tavra bağlanmıştır. Ve ulusal hareket bu yönünden dolayı proleter dünya devriminin bir parçası, siyasi mevzilenme olarak da proletaryanın yedek gücü olarak görülmektedir.
Ulusal hareketin desteklenip desteklenmemesi konusunda Stalin şunları öğretir.
"Desteklenmesi söz konusu olan ulusal hareketler, emperyalizmi devam ettiren ve sağlamlaştıran hareketler değil, emperyalizmi zayıflatan ve devrilmesini kolaylaştıran hareketlerdir.
"Emperyalist baskı koşulları içinde ulusal hareketlerin devrimci niteliği, harekette kesinkes proleter unsurların varlığını, hareketin demokratik bir temelinin varlığını gerektirmez. Afgan emirinin Afaganistan'ın bağımsızlığı için savaşımı, emirin ve yandaşlarının kraliyetçi niteliğine rağmen, nesnel olarak devrimci bir savaşımdır; çünkü bu savaşım emperyalizmi zayıflatır ve baltalar. Oysa emperyalist savaş sırasında, örneğin Kerenski ve Çereteli, Renaudel ile Scheidemann, Çernov ve Dan, Henderson ve Cleynes gibi dehşetli demokratların 'sosyalist'lerin, 'devrimci'lerin ve cumhuriyetçilerin savaşımı gerici bir savaşımdı, çünkü bu savaşımın amacı emperyalizmi maskelemek, sağlamlaştırmak ve muzaffer kılmaktı. Aynı nedenlerle Mısırlı tüccarların ve burjuva aydınların Mısır'ın bağımsızlığı için savaşımı, Mısır ulusal hareketinin önderliğinin burjuva kökenine ve burjuva niteliğine karşın, nesnel olarak devrimci bir savaşımdır. Oysa İngiliz İşçi Hükümeti'nin Mısır'ın bağımlı durumunu sürdürmek için savaşımı, bu hükümet üyelerinin proleter niteliğine ve proleter kökenine, sosyalizm 'uğruna' olmalarına karşın gerici bir savaşımdır. Hindistan gibi, Çin gibi kurtuluş yolunda her adımları biçimsel demokrasinin, gereklerine uymasa bile, emperyalizme indirilen bir şahmerdan darbesi olan, yani hiç kuşkusuz devrimci bir adım olan daha büyük sömürge ve bağımlı ülkelerin ulusal hareketinden söz bile etmiyorum." (9)
Anladığımıza göre bir ulusal hareketin desteklenip desteklenmemesindeki
tek ve en esaslı ölçüt emperyalizmi geriletip geriletmemesi, emperyalizme darbe
indirip indirmemesi, emperyalizmi zayıflatıp zayıflatmamasıdır. Ulusal
hareketin kökeninin proleter olup olmamasına bakılmamaktadır. O nedenledir ki,
Mısırlı tüccarların ve burjuva aydınların kökeni önem taşımamaktadır. Ve yine o
nedenledir ki, Afgan Emiri'nin kraliyetçi niteliği önem taşımamaktadır.
Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı ve İlhak
İlhak nedir? "... ilhak, bir
ulusun kendi kaderini tayin etme hakkının çiğnenmesidir, halkın iradesine karşı
olarak devlet sınırlarının saptanmasıdır." Bu nedenledir ki, ilhaklara
karşı olmak aynı zamanda ulusların kaderlerini tayin hakkını savunmak demektir.
Bu ilhak sorunsalı ile ilgili birinci gerçektir. İkincisi; ilhak kapsam bakımından işgali de içine almaktadır.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı anti-emperyalist olmak zorundadır. Anlaşıldığı
kadarı ile anti-emperyalist oluş burada şoven oluşun, sosyal-şoven oluşun
karşısında bir tutum olarak belirmektedir. Olguların mantığının diyalektik
işleyişinin bizi ulaştırdığı sonuç bu olmaktadır. Üçüncüsü; ilhak, ulusal baskının bir biçimi olarak ortaya
çıkmaktadır. Bu yöne özellikle dikkat çekmek gerekmektedir. İki ya da daha
fazla haydutun verdiği emperyalist paylaşım savaşında birbirlerinin
topraklarına girip yağmalamaları ya da işgal etmeleri ilhak kapsamına girmez. Dolayısıyla
ilhaka karşı oluş anlamında bir yurt savunması ve ulusların kaderlerini tayin
hakkı gündeme gelmez. Her işgal ilhak değildir ama her ilhak bir işgaldir.
Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Bakımından Üç Tip Ülke
Lenin, UKKTH
bakımından bellibaşlı üç tipe ayırmıştır.
Birincisi, gelişmiş kapitalist ülkelerdir. Bunların özelliği bu
ülkelerde burjuva ulusal hareketlerin sona ermiş olmasıdır.
İkincisi, ulusal burjuva demokratik hareketlerin geliştiği
Doğu Avrupa, Balkanlar, Rusya ve Avusturya'yı kapsayan ülkeler. Burada görev
kendi burjuva demokratik reformunu tamamlamak ve başka ülkelerdeki sosyalist
devrimlere destek olarak belirlenir.
Üçüncüsü, burjuva demokratik hareketlerin ya yeni başladığı
ya da aşacağı uzun bir yol olan ülkeler. Bunlar, Çin, İran, Türkiye gibi
sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdir. Bu tip ülkelerde proleter görev, hem
kayıtsız şartsız, ödünsüz olarak kurtuluş istemi, hem de ulusal kurtuluş
yolunda olan burjuva demokratik hareketlerin en devrimci unsurlarının kararlı
olarak desteklenmesidir.
Lenin'in bu belirlemeleri Ocak-Şubat 1916 tarihini
taşımaktadır. Henüz büyük Ekim Devrimi gerçekleşmemiştir. Yani emperyalizm ve
proleter devrimleri çağının daha arifesi yaşanmaktadır. O nedenle aynen bugüne
aktarılamaz. Ancak şuna dikkat edilmelidir. Tahlilin özü, ulusal hareketin sona
erdiği, söz konusu olamayacağı; ulusal hareketlerin başlamış ve gelişmekte
olduğu; son olarak ise başlamakta olduğu ayrımına dayanmaktadır.
Ayrıcalığa Karşı Tavır
Marksistler, ayrı bir devlet
kurma konusunda engel oluşturmazlar. Ulusal, özerk ve bağımsız bir devlet
kurmayı şu ya da bu ulusun tekelinde görmez ve bunu kabul etmezler. Lenin döneminde Büyük Ruslar böyle bir ayrıcalığı
kendilerinde görmüşler ve bu tavır Lenin tarafından mahkum edilmiştir. Böyle
bir devletin kuruluşu emperyalizmin güdümünde olmadıkça olanaklı ve olasıdır.
Herhangi bir ulusun ayrıcalıklı olmasını savunan o ulusun milliyetçiliğini
üstlenmiş olmaktadır. Birden fazla ulusun yer aldığı bir ülkede, ezilen
uluslardan biri ayrı bir örgütlenmeye giderek kendi ulusal devletini kurma
yolunda bir tavır geliştiremez mi? Hayır geliştiremez demek bir diğer ulusa
örgütlenme konusunda imtiyaz tanıma ama diğerini ise tarihsel bir haktan mahrum
bırakma değil midir? Bir ulusun örgütlenmesini en iyi o ulusun insanları
gerçekleştirmez mi? Bir ulusun ulusal benliğini devrimci anlamda bulması ancak
o ulusun içinden çıkan, o ulusun bağrında yetişmiş olan proleter devrimciler
tarafından sağlanmaz mı?
*** --- ***
ÜÇÜNCÜ DÜNYA:
Devrimlerin Zayıf Halkası (9)
Troçki ve
Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı
Troçki, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusunda da ihanet içindedir. Ona göre böyle bir hak içerikten yoksundur, programdan çıkarılmalıdır. Oldukça uzun olmasına rağmen Lenin'in Troçki hakkında öğrettiklerinin hatırlanmasında yarar var:
"Rosa Luxemburg'un imzalı yazısı 1908'de yayınlandı -elbette ki, parti yazarlarına, programı eleştirme hakkını tanımamak kimsenin aklından geçmemişti- ve bu yazı yazılalıberi, Polonyalı Marksistlerin bir tek resmi organı bile, 9. maddenin değiştirilmesi sorununu ileri sürmemiştir.
"Bu nedenle Borba'nın [Borba (Savaşım) Troçki'nin dergisi ] yazı kurulu adına, bu gazetenin ikinci sayısında (Mart 1914) aşağıdaki açıklamada bulunurken Troçki, Rosa Luxemburg'un bazı hayranlarına pek beceriksizce yardımlarda bulunmaktadır.
"Polonyalı Marksistler 'ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının, siyasal içerikten tamamen yoksun bulunduğu ve programdan çıkarılması gerektiği görüşündedirler.
"Dost görünüşlü Troçki, düşmandan daha tehlikelidir! 'Polonyalı Marksistleri, genel olarak Rosa Luxemburg'un yazdığı her yazının destekleyicileri olarak sınıflandırabilmek için Troçki, kanıt olarak özel konuşmalardan başka bir şey gösteremez (yani Troçki'nin varlığını sürdürmek için her zaman gıdasını sağladığı basit dedikodudan başka bir şey gösteremez. Troçki 'Polonyalı Marksistleri, onursuz ve vicdansız kimseler olarak, kendi kazançlarına ve partilerinin programlarına saygı göstermekten bile aciz kimseler olarak bize sunmaktadır. Dost görünüşlü Troçki.
"1903'te Polonyalı Marksistlerin temsilcileri, İkinci Kongre'yi ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı yüzünden terkettikleri zaman, Troçki, bu hakkın içerikten yoksun bulunduğunu ve programdan çıkarılması gerektiğini söyleyebilirdi.
"Ama bundan sonra Polonyalı Marksistler, böyle bir programa sahip bulunan partiye girdiler, ve bir kez bile olsun bir değişiklik önergesi ileri sürmediler.
"Troçki, bu gerçekleri, gazetesinin okurlarından niçin gizlemiştir? Yalnız tasfiyeciliğe karşı olan Polonyalı ve Ruslar arasında anlaşmazlığı kışkırtmak konusunda ve Rus işçilerini program sorununda yanıltmak konusunda spekülasyonda bulunmada çıkarı olduğundan.
"Troçki'nin bugüne kadar Marksizm ile ilgili herhangi bir sorunda kesin ve sağlam bir görüşü olmamıştır. O, her zaman, şu ya da bu görüş ayrılığının yarattığı 'yarıklara sızma' yolunu bulur ve ikide bir taraf değiştirir. Şu anda Bundçuların ve Likidatörlerin dostudur. Ve bu bayların partiye karşı tutumları hiç de olumlu bir tutum değildir."10
Lenin'in Troçki hakkındaki bu belirlemeleri daha başka bir söze gerek bırakmamaktadır. Ancak, Lenin döneminde "yüksek mevkilerde" bulunduğunu da unutmayalım.
Kapitalizmin Özelliği Ve Ulusal Sorun
Emperyalizm öncesi kapitalizmin özelliği tekelci değil, serbest rekabetçi olmasıdır. Buna bağlı olarak bir ülke sınırları içindeki pazar temelinde yükselmesi ve gelişmesidir. Üretim, bölüşüm ve tüketimin ülke sınırları içinde sürüp gitmesi aynı zamanda üretim ve bölüşüm süreçlerinde konumlanmış olan ınsanları da iradelerinden bağımsız olarak ama iradeleri bu iktisadi temele bağlı olarak belli başlı ilişkiler içine sokuyordu. Bu illşkiler ister istemez dil birliğini, kültür birliğini, tarih birliğini, pazar birliğini, toprak birliğini hem maddi olgu temelinde yaratıyor hem de bu maddi olgu günbegün tekrarlar suretiyle kendini yaratıyordu...
İşte böyle bir dönemde kapitalizmi belirleyen tek tek ülkelerin ulusal sınırlarıydı. Bu sınırlar içerisinde yer alan diğer ulus ya da azınlık milliyetler ise egemen durumda olan ulus tarafından asimile edilmekle karşı karşıya kalıyordu.
Çok uluslu daha doğrusu egemen ulus ile ezilen ulus ya da milliyetlerin söz konusu olduğu serbest rekabetçi kapitalizmin hüküm sürdüğü böyle bir ülkede feodalizm çözülüyor ancak ulusal sorun hala gündemde kalıyor. O nedenle çarpık, tam anlamıyla gerçekleşmeyen, tamamlanmamış bir burjuva demokratik devrim yaşanıyordu.
Ancak, sürecin ilerlemesi, bu ülkede kapitalizmin gelişmesini de beraberinde getiriyor. Kapitalizmin gelişmesi tekel olgusunu ortaya çıkarıyor. Tekelleşme süreci ile birlikte -tabii ki bu süreç dünya çapındaki diğer kapitalist ülkelerin de dahil olduğu bir süreçtir- tek tek kapitalist ülkelerin ulusal ekonomileri tek bir emperyalist dünya ekonomisinin birer halkası durumuna geliyor. Böylece kendi iç ulusal sorunu istisnai bir ulusal sorun olarak emperyalizm döneminde de varlığını sürdürüyor. Bu tür ulusal sorunlar oldukça istisnaidir, İngiltere'de İrlanda sorunu bu türden bir sorundur.
Troçki, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusunda da ihanet içindedir. Ona göre böyle bir hak içerikten yoksundur, programdan çıkarılmalıdır. Oldukça uzun olmasına rağmen Lenin'in Troçki hakkında öğrettiklerinin hatırlanmasında yarar var:
"Rosa Luxemburg'un imzalı yazısı 1908'de yayınlandı -elbette ki, parti yazarlarına, programı eleştirme hakkını tanımamak kimsenin aklından geçmemişti- ve bu yazı yazılalıberi, Polonyalı Marksistlerin bir tek resmi organı bile, 9. maddenin değiştirilmesi sorununu ileri sürmemiştir.
"Bu nedenle Borba'nın [Borba (Savaşım) Troçki'nin dergisi ] yazı kurulu adına, bu gazetenin ikinci sayısında (Mart 1914) aşağıdaki açıklamada bulunurken Troçki, Rosa Luxemburg'un bazı hayranlarına pek beceriksizce yardımlarda bulunmaktadır.
"Polonyalı Marksistler 'ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının, siyasal içerikten tamamen yoksun bulunduğu ve programdan çıkarılması gerektiği görüşündedirler.
"Dost görünüşlü Troçki, düşmandan daha tehlikelidir! 'Polonyalı Marksistleri, genel olarak Rosa Luxemburg'un yazdığı her yazının destekleyicileri olarak sınıflandırabilmek için Troçki, kanıt olarak özel konuşmalardan başka bir şey gösteremez (yani Troçki'nin varlığını sürdürmek için her zaman gıdasını sağladığı basit dedikodudan başka bir şey gösteremez. Troçki 'Polonyalı Marksistleri, onursuz ve vicdansız kimseler olarak, kendi kazançlarına ve partilerinin programlarına saygı göstermekten bile aciz kimseler olarak bize sunmaktadır. Dost görünüşlü Troçki.
"1903'te Polonyalı Marksistlerin temsilcileri, İkinci Kongre'yi ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı yüzünden terkettikleri zaman, Troçki, bu hakkın içerikten yoksun bulunduğunu ve programdan çıkarılması gerektiğini söyleyebilirdi.
"Ama bundan sonra Polonyalı Marksistler, böyle bir programa sahip bulunan partiye girdiler, ve bir kez bile olsun bir değişiklik önergesi ileri sürmediler.
"Troçki, bu gerçekleri, gazetesinin okurlarından niçin gizlemiştir? Yalnız tasfiyeciliğe karşı olan Polonyalı ve Ruslar arasında anlaşmazlığı kışkırtmak konusunda ve Rus işçilerini program sorununda yanıltmak konusunda spekülasyonda bulunmada çıkarı olduğundan.
"Troçki'nin bugüne kadar Marksizm ile ilgili herhangi bir sorunda kesin ve sağlam bir görüşü olmamıştır. O, her zaman, şu ya da bu görüş ayrılığının yarattığı 'yarıklara sızma' yolunu bulur ve ikide bir taraf değiştirir. Şu anda Bundçuların ve Likidatörlerin dostudur. Ve bu bayların partiye karşı tutumları hiç de olumlu bir tutum değildir."10
Lenin'in Troçki hakkındaki bu belirlemeleri daha başka bir söze gerek bırakmamaktadır. Ancak, Lenin döneminde "yüksek mevkilerde" bulunduğunu da unutmayalım.
Kapitalizmin Özelliği Ve Ulusal Sorun
Emperyalizm öncesi kapitalizmin özelliği tekelci değil, serbest rekabetçi olmasıdır. Buna bağlı olarak bir ülke sınırları içindeki pazar temelinde yükselmesi ve gelişmesidir. Üretim, bölüşüm ve tüketimin ülke sınırları içinde sürüp gitmesi aynı zamanda üretim ve bölüşüm süreçlerinde konumlanmış olan ınsanları da iradelerinden bağımsız olarak ama iradeleri bu iktisadi temele bağlı olarak belli başlı ilişkiler içine sokuyordu. Bu illşkiler ister istemez dil birliğini, kültür birliğini, tarih birliğini, pazar birliğini, toprak birliğini hem maddi olgu temelinde yaratıyor hem de bu maddi olgu günbegün tekrarlar suretiyle kendini yaratıyordu...
İşte böyle bir dönemde kapitalizmi belirleyen tek tek ülkelerin ulusal sınırlarıydı. Bu sınırlar içerisinde yer alan diğer ulus ya da azınlık milliyetler ise egemen durumda olan ulus tarafından asimile edilmekle karşı karşıya kalıyordu.
Çok uluslu daha doğrusu egemen ulus ile ezilen ulus ya da milliyetlerin söz konusu olduğu serbest rekabetçi kapitalizmin hüküm sürdüğü böyle bir ülkede feodalizm çözülüyor ancak ulusal sorun hala gündemde kalıyor. O nedenle çarpık, tam anlamıyla gerçekleşmeyen, tamamlanmamış bir burjuva demokratik devrim yaşanıyordu.
Ancak, sürecin ilerlemesi, bu ülkede kapitalizmin gelişmesini de beraberinde getiriyor. Kapitalizmin gelişmesi tekel olgusunu ortaya çıkarıyor. Tekelleşme süreci ile birlikte -tabii ki bu süreç dünya çapındaki diğer kapitalist ülkelerin de dahil olduğu bir süreçtir- tek tek kapitalist ülkelerin ulusal ekonomileri tek bir emperyalist dünya ekonomisinin birer halkası durumuna geliyor. Böylece kendi iç ulusal sorunu istisnai bir ulusal sorun olarak emperyalizm döneminde de varlığını sürdürüyor. Bu tür ulusal sorunlar oldukça istisnaidir, İngiltere'de İrlanda sorunu bu türden bir sorundur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder